Bugün itibarıyla varlığı kâğıttan ve cılız bir moraliteden ibaret olan Filistin devleti, ABD-İsraili’nin atadığı Mahmut Abbas’la garantili ve güvenli bir suskunluk içinde denetim altına alınmış, ardından ABD-İsraili’nin güvenliğinin korunması, yöneticilerinin unvanları krallık, emirlik, şeyhlik… olarak belirlenmiş devletçiklerin Londra eğitimli valilerine bir varlık şartı olarak dayatılmıştı.
Müslümanlar için bir peygamber, Siyonaziler içinse sadece siyasi bir figür olan Hz. İbrahim’in (as) adıyla bir anlaşmaya zemin oluşturan söz konusu şarttan, sadece Türkiye özelinden konuşacak olursak bizler de kısmen memnuniyet duymaya başlamıştık.
Çünkü en azından Filistinliler öldürülmüyor, direniş örgütlerinin silahlı eylemleri gereksizleşiyor, hasılı sözüm ona mutlu, huzurlu bir ortam doğuyordu.
Hem ne güzel Kudüs’ü de ziyaret edebiliyor; Kubbetüssahre’nin merdivenlerinde gülücükler içinde hatıra fotoğrafları çektirerek Filistin’deki varlığımızı belgeliyor hatta kimi zaman sonucu Kudüs’e gelmekten menedilmeye varan cezalara konu olsa da sadece birkaç ABD-İsrail askerinin duyabileceği şekilde sloganlar bile atabiliyorduk.
Bu ortamda İbrahimî anlaşmaların kendi varlıklarını güçlendirmesinden duydukları aşırı sevinçle –yaklaşık bin dört yüz yıl önce- Kaynuka Yahudileri’nin Medine’den sürülmelerine karşılık tazminat ödemeye yeltenen şeyh-valiler de siyasi oryantalleriyle medya sahnesini şenlendiriyorlardı.