Geçtiğimiz hafta, Mersin’deydim.
“Güzel günlerin üçten azını saymaya değmez” derler, bu nedenle çabuk bitti Mersin günlerim nitekim.
Fakat oradaki güzel dostlarla sohbetlerimizin tadı bâkîdir, tıpkı Karacaoğlan Pınarı’ndan gürül gürül akan suyun ve onun ürettiği çağrışımların bâkî olduğu gibi.
Karacaoğlan’ın kimliği hakkında bilgi vermeme ne gerek var. Yunus Emre’nin imana getirdiği Türkçe’yi, aynı iman planında gündelik –dünyevi- kullanıma açarak, Acem illerinden Tuna boylarına taşıyan ozanlardan biridir o; kısaca, onlarca Yunus Emre’nin, yüzlerce Karacaoğlan torunundan biri!
Emirler, Mersin’in yirmi kilometre kuzeyinde, Toroslara yaslanmış bir köy. Hani, oradan yuvarlanan taş, soluğu denizde alır desek yeridir. Mevlamızın çamlarla, menengiç kahvesinin ağacıdan, ahlat ağacına kadar çeşitli meyve ağaçlarıyla bezediği bir dünya cenneti. Cennet olur da Karacaoğlan(lardan biri) yolunu oraya düşürmez, güzeli görmez, sazının tellerine dokunmaz mı?
Sarı edik giymiş, koncu kısarak,