Üç gün önce, akşam ile yatsı namazı arasındaki dar vakitte, Reklam Genel Müdürümüz Abdullah Hanönü’nün davetiyle Kudüs’te bulunan bir grupla, el-Aksa’daki sebilleri, kubbeleri, medreseleri ve kimi mezarları birlikte gezdik.
Mağribe Kapısı’ndan başlayan gezimizde, batı duvarını (kemerlerini) izleyerek Nazır Kapısı’na yaklaştığımızda, mekanın alacakaranlıkta belirsizleşmesini de fırsat bilerek arkadaşlara, “solumuzda beddua edebileceğiniz iki kişinin mezarı var, takdiri size bırakıyorum” diyerek yürüdüm.
Bunu derken, sonradan birilerinin o mezarları öğrenerek beni eksik tanıtım yapmakla suçlayabileceklerini düşünmüş ama aynı anda hatırlanmalarına ve işaretlenmelerine vesile olmaktan kaçınmayı da gerekli görmüş olmalıyım.
Nitekim merhum Akif Emre de aynı konuda bir Müslümanın ikazına uğrayışını 2 Ocak 2000 tarihli Yeni Şafak’taki yazısında şöyle dile getirmişti:
“Mescid-i Aksa’nın avlusunda Şerif Hüseyin’in mezarının tam yerini soruyorum Müslümanlardan birine. Birkaç gün önce avluya bakan odalardan birinde olduğunu görmüş ama yerini bulamamıştım. Adamın kızgınlığını hiç unutmayacağım: İlgilenecek başka mezar bulamadınız mı? Şehitlerin, ulemanın mezarları dururken o hainin mezarıyla mı ilgileniyorsunuz?”
Dolayısıyla o yer, el-Aksa’yı ziyaret edenlerin yok hükmünde gördükleri bir yerdir; derin bir boşluk doğurur bakışlarda ve kesin bir sükûta muhatap olur.