Sanatın en meşhur tanımı şu olsa gerektir: İnsan hayatı için(de) bir hayatlı!
Bu, “Sanat, salt kendinde ve salt kendisi için vardır ama varlığının tek aynası insan olduğundan hayatı hayata zorunlu olarak bitişiktir”, demenin bir şekli ve/ya “Alem aynasının cilası, insan” söyleyişine esas meşhur mecazın mecazı:
Melûhu olmasa İlâhı, merbûbu olmasa Rabb’i gösteren olmayacağı gibi, sanat da hayata dil veren bir hayatlı olmasaydı ne varlığı bilinecekti onun, ne de onun varlığını gösteren bir sanatçı!
Bundan hareketle, bizde tasavvufun, Rabb-insan-dil üçlüsünü, sanat ve sanatçı özelinde çelişkisiz kurumlaştırması hiç de zor olmamıştır. Çünkü, Rabb ile merbûbunun berzahı olarak (en geniş anlamıyla) dil, aynı zamanda karşılıklı tesir etme ve tesirlenme sahası...
Tesirlenenin olmadığı yerde tesir edenden söz edilebilir mi?
Dolayısıyla sanat, tesir edenle ondan tesirlenenin görünürlüğü olarak, insanı kendisine salt kulluk etmesi için yaratan Rabb’in, bin bir dil yoluyla yaratışını insana hatırlatması (tesir) ve insanın “ben Seni bu dille daha iyi görebiliyor ve gösterebiliyorum Rabbim” şeklinde, merbûbluğunu Rabbine arzı (tesirlenme).