Bilimleri madde ve zihin bilimleri olarak iki büyük kategoriye ayıran Bergson, bir bilimin felsefesini, o bilimin ihtiva ettiği hakikatleri mümkün olduğu kadar güçlü bir sentezle birliğe getirme çabası olarak” tanımladıktan sonra salt felsefi uğraşıyı da “üst” nitelemesiyle şöyle çerçeveler:
“... üst felsefe (...) de madde ya da zihin bakımından söylenebilecek ve bilinebilecek her şeyi birkaç basit formülle ifade eder. İşte bu en üst bilim metafiziktir, ya da doğanın ötesinde olan, en üst felsefi bilimdir, tüm bilimlerin baş tacıdır.” (Metafizik Dersleri, çev.: B. Garen Beşiktaşlıyan, Pinhan)
Bizde tasavvuf / ilahiyat olarak adlandırılan metafiziğin, Heidegger tarafından modern Batı felsefesi olarak, normal bir çabayla aşılması çok zor bir seviyeye yükseltildiği ise malumdur.
Yeni felsefeyi “varolanları varlıklarının temel konstitüsyonu bakımından tefsir eden ontoloji” olması bakımından Fundamental Ontoloji olarak adlandıran Heidegger’in metafizik tefekkürü Müslüman mütefekkirleri de etkilemekte ve dolayısıyla Sokrat, Eflatun, Aristo.. metafizik tefekkürünün geçmişte İslam dünyasındaki yoğun etkisi tematik ve teknik olarak bugün de devam etmektedir.
Hal böyle olunca, tasavvufa dair aile-içi malum yeni çatışmalara, modern Batı felsefesinin tasallutunda yeni sorunlar eklenmekte ve bunun neden olduğu akıl (bakış) karışıklığında yaşanan problemlere karşı sahih tedbirleri (fikriyatı) üretmek oldukça zorlaşmakta; buna bağlı olarak “Metafizik ilgimiz felsefenin neresindedir?” sorusunun sorulması, söz konusu tartışmaların önüne yerleşmektedir.
Geçmişteki Müslümanların bu soruyu nasıl cevapladıklarını tespit etmek konunun ilk noktası olsa gerektir. Zira, “İslam düşüncesinde, İbn Sînâ’nın (ö. 428/1037) felsefi sistemine yönelik olarak Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) Tehâfütü’l-Felâsife adlı eseriyle başlayan bir eleştiri geleneği vardır” ki, bu gelenekle dün mümkün olan, bizim için bugüne sunulmuş verili / deneyimlenmiş bir imkandır.