Tasavvufu kurumlaştıran zatın İbnü’l-Arabî olduğunu söylediğimizde, ondan önce yaşayan Abdülkadir Geylânî’in (v. 1165-66) Kadiriyye; Ahmed Yesevî’nin (v. 1167) Yeseviyye tarikatlarının kurucuları olmaları ilk bakışta çelişkili gibi görünebilir. Çünkü parça bütünden önce gelemez.
Oysa ki, ne Geylânî Kadiridir, ne de Yesevî Yesevicidir. Tıpkı İbnü’l-Arabî’nin Ekberî olmadığı gibi. Tasavvuf içindeki bu oluşumlar (merhum Selçuk Eraydın’ın deyimiyle “Cereyanlar”) nispet edildikleri zatların vefatından belli bir zaman geçtikten sonra ancak onların adlarıyla anılmaya başlanmıştır.
Öte yandan kurumlaşma devri bakımından da bu cereyanlar, esastan (tasavvufi özden) değil usulden yana kimi farklılıklar gösterdikleri için, farka bağlı bir rekabeti temsil etmek yerine, dahil oldukları esası temsil ederler.
Örneğin, Nakşıbendiliğin silsilesi (asli isimlerden sonra) Yûsuf Hemedânî (ö. 1140) ile başlatılır ama, bu tarikata adını veren Bahâeddin Nakşibend (ö.1389) o silsilede sekizinci halka olarak yer alır ki, bu da benim yaklaşımımı doğrular.
Ayrıca, bu bilgileri tasavvuf tarihi cümlesinden nakletmiyorum. İmâm-ı Rabbânî’nin (v. 1624), Vahdet-i Vücûd (Ekberilik) ile Vahdet-i Şuhûd çatışmasını resmileştirdiği zamanı da aşan bir etkiyle, tarikatlara dair kaynakların tasavvufa dair kaynaklar olduğunu, diğer bir söyleyişle İbnü’l-Arabî’nin, Geylânî’nin, Ubeydullah Ahrâr’ın eserlerini okumanın, aynı zamanda Nakşibendiye üzerine okumak olduğunu söylüyorum.
Bence okurlukta asıl olan bu istikameti benimsemek ve dolayısıyla, önceki yazımda kendi zamanlarını aşanlar olarak zikrettiğim eserlere, En-Nifferî’nin (v. 976) Mevâkıf’ını (Büyüyenay Yayınları); Ebû Tâlib el-Mekkî’nin (v. 996) Kutü’l-kulûb’ünü (Kalplerin Azığı); İmam Beyhakî’nin (v. 1066) Kitabü’z-zühd’ünü (Allah İçin Yaşamak), Şihâbüddîn Sühreverdî’nin (ö. 1234) Avârifü’l-ma’ârif’ini de (Gerçek Tasavvuf, Semerkand Yayınları) katarak yapılacak bir okumanın daha doğru olacağında ısrar ediyorum.