Kuruluşunda, AK Parti’nin dört eğilimi kucaklayan bir parti olma iddiasına kimsenin itiraz ettiğini hatırlamıyorum. Aksine, cami-kışla çatışması içinde enerjisini tüketmiş olan sistemin (kimi sosyolojistlere göre toplumumuzun), kendi güvencesini (bekasını) sağlamak adına, böylesi bir partiye acilen ihtiyaç duyulduğu dile getirilmişti çoğunlukla.
AK Parti, girdiği ilk seçimle, iktidar koltuğuna oturduğunda ise, hâlâ dört eğiliminden bahsetmenin gereği pek kalmamıştı artık; el birliğiyle (toplumsal mutabakatla) erişilmiş bulunulan iktidarın sağlayacağı nimetleri gözetmek, hak etmek ve ham etmek öncelikli mesele haline gelmişti çünkü.
İktidar koltuğuna oturuşundan kısa bir süre sonra herkesçe anlaşıldı ki, AK Parti de iktidar yarışına katılan diğer partiler gibi, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti’nin partisiydi.
Gündelik pratiklere göre bunun tercümesi şöyleydi: AK Parti’nin (ve dolayısıyla devletin yeni) yöneticileri, tartışma kabul etmeyecek bir kesinlikle Müslüman kimliğine sahip olsalar da, karar ve uygulamalarında partiyi oluşturan dört eğilimi (devletin bekasını bunların da önüne alarak) gözeteceklerdi.
Nitekim böyle de oldu. Ancak bu olurken, iktidarın halkın dini hassasiyetlerini gözetmedeki (mütedeyyin kesimlerle, sistemi barıştırmadaki= dindar muhafazakarlıktaki) ısrarına binaen Sol-Kemalistler, devletin devamlılığına mahsus idari teamülleri gözetmesine binaen liberaller, yeni iktidardan umduklarını bulamama sızlanışları içinde kendilerini iktidarın dışına çektiler. Bunların yokluğu ise AK Parti’ye oy planında fazla bir şey kaybettirmedi, çünkü onlar zaten sınırlı sayıdaki mutlu azınlığa (hatta beyaz kesime) mensuptular.
Gerek iktidarın, gerekse bu iki kesimin zikrettiğimiz tutumları (ve kendilerine ne olacağı) bilinebilir bir şeydi. Zor olan, her üçünün karşısında Müslümanlara ne olacağının bilinmemesiydi ki, bu manada yeni süreç şöyle işledi: