Ahmet Tezcan (nâm-ı diğer Ahmed Baba) direksiyonda, eşi Nazmiye Hanım, arka koltukta, ben de -kamyoncu deyimiyle- şoför mahallindeyim...
Mardin’den Dârâ harabelerine doğru yol alırken, Ahmed Baba, “Her şeyin başı ve sonu rıza’dır, ah bir anlayabilsek!” dedi ve ekleyiverdi: “Tam da Neşet Baba’nın söylediği gibi, rızasız bahçenin gülü derilmez!”
Sükûtu ikrar cinsinden olmalı ki, Nazmiye Hanım tepki vermedi. O günlerde “sanatı talep etmede sınır nedir?” sorusuna dair muhtemel cevapları içinde evirip çeviren bense Ahmed Baba’nın kalbini ve dilini mekan seçen bu zuhurat, hadi daha açığını söyleyeyim, bir hâl ehlinin tefekküründen ulaşan bu fetih karşısında hayrete gark oldum.
Geçen zaman içinde, sanat yönünden rıza’ya dair kimi cümlelerim birikti elbette ama ona geçmeden önce, büyük “R” ile rıza’nın, bir Tasavvuf makamı olarak ne anlama geldiğini ehlinden nakledeyim ki, konu kendi önemini doğru konumlandırmış olsun:
Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevî (v. 1089), “Sen O’ndan hoşnut O da senden hoşnut olarak Rabbine dön” (Fecr, 89:28) mealindeki İlâhî hitâba dayandırdığı rızayı, “Cenâb-ı Hak bu ayette razı olmayan kişiye bir yol bırakmamış, kendisine yönelene rızâyı şart koşmuştur. Rızâ samimi bir duruştur. Kul durduğu yerde ne ilerlemeyi ne de geri kalmayı ister. Daha fazla arttırılmasını istemediği gibi hâlinin değiştirilmesini de istemez. Rızâ, havâs ehlinin yollarının başlangıcı avâm için ise yolların en meşakkatlisidir” şeklinde açıklar. (Menâzilü’s-Sâirîn, çev.. Abdurrezzak Tek, Emin Yayınları, Bursa 2008)
Rıza’nın hâl ya makam olması arasında fark görmeyen İbnü’l-Arabî, onu ilahi nitelik sayarak, Allah’a izafe edilmiş her nitelik gibi vergi ve kesb ile nitelemez. “Allah yükümlü tuttuğu her şeyi herhangi bir güçlük çekmezden gücün ölçüsünde yerine getirdiğinde senden razı olur. Sen de dünyada sana verdikleriyle Allah’tan razı olduğun gibi bu konuda O’ndan razı olursun” kaydını düştükten sonra, benim asıl sanat bahsiyle ilişkilendirdiğim şu hususları zikreder: