Gelenek sanat ortamlarında sonu gelmez bir talep olarak konuşula gelen nazariyat ihtiyacının, bu sanatları asıllarına has olarak anlama ve anlatma arzusundan çok, modern sanat nazariyatıyla rekabet etme arzusundan kaynaklandığı aşikardır.
Dolayısıyla, söz konusu arzunun, herşeyden önce kendi zemininden kaymış olmasındandır ki, bu şekliyle esas alınması veya itibar görmesi halinde, ortaya konulabilecek nazariyat da zaten yanlış bir zeminde tesis edilmiş olunacaktır.
Zira, modern ile geleneksel sanat nazariyatlarında sanatkara yüklenen roldeki ayrım başta gelmek üzere, yaratım ve tekrarlama anlayışlarından kaynaklanan kapatılması nerdeyse imkansız olan farklılıklar, ya zoraki bir sentezle geçici olarak halledilmeye çalışılacak, ya da bunlardan birinin inkarıyla, hangisi öne çıkarılacaksa ona mahsus bir güzelleme yapılması yoluna gidilecektir.
Bu durumda, bir nazarıyata ulaşma arzusunda samimi olan geleneksel sanat sanatçılarının modern bilimlerle, İslami ilimler arasındaki kategorik farkları bilerek, gerek sanat gerekse yaşayışta hâl esasında tümlenen nazar(iyat)ı ve pratiği birlikte kavramaya çalışmaları çok daha isabetli olacaktır.
Bunun yolu ise, başta hâl ilmi olan tasavvuf ile metafiziğe dair metinlerin sanat/çı gözüyle okunmasından ve dolayısıyla adeta ummandan inci çıkartırcasına bir zahmete talip olunmasından geçecektir.
Bu bahiste tasavvuftan sıkça bahsettiğimi hatırlayarak, ilgili örneğimi Ebu’l-Hasan el-Âmiri’nin Kitâbü’l-Emed Ale’l-Ebed (Sonsuzluk Peşinde adıyla çev.: Yakup Kara, TÜYEK Başkanlığı Yayınları, İstanbul 2013) adlı metafizik kitabından vermek istiyorum.