Ömer Lekesiz Yeni Şafak Gazetesi

Tasavvufî hâl, makam, mertebe nedir; kim ve neresi içindir

İbnü’l-Arabî, tasavvufi hâl, makam ve mertebeyi, anlamlarındaki nüansları da yer yer belirleyerek, biribirlerinin içinden geçebilen (biri diğerlerinde yerleşebilen) kelimeler olarak kullanılır. Örneğin...

16 Aralık 2018 | 2.572 okunma

İbnü’l-Arabî, tasavvufi hâl, makam ve mertebeyi, anlamlarındaki nüansları da yer yer belirleyerek, biribirlerinin içinden geçebilen (biri diğerlerinde yerleşebilen) kelimeler olarak kullanılır.

Örneğin, makamı mekân’a bağlarken, nitelik anlamında mekânı da mertebe’ye bağlar ve der ki: “Yüce mertebeler, mertebe oluşları yönünden varlığa sahip değildir, onlar kendilerine bakan kimsenin varlığıyla mevcuttur. Bu kısma örnek olarak, makamları verebiliriz. Makamlar yerleşenin varlığıyla mevcuttur. Bir yerde makam yoksa, orada yerleşen kimse yok demektir.” (Tercüman’dan nakleden, Suad el-Hakîm, İbnü’l-Arabî Sözlüğü)

Hâl ve makamlar hakkında, sûfî müelliflerin sayısal bakımdan farklı tasniflere gittiklerini örnekleriyle birlikte zikreden Abdurrezzak Tek de, el-Herevî’nin Yüz Basamak’ından (Menâzilü’s-sâirîn’den) hareketle, zikrettiğimiz üçlü üzerinden: “... hâl ve makamlar açısından mürîdin tasavvufî terbiye ve manevî yükselişindeki temel unsur, zâhirî ve bedenî ameller: sâlikin bâtınî ve kalbî ameller; ârifin de söz konusu amelleri yerine getirmekle birlikte bunlara takılıp kalmayarak sadece Allah’a yönelmesi ve O’nda fani olmasıdır” sonucuna ulaşır.

Gerek İbnü’l-Arabî’nin gerekse el-Herevî’nin son tahlilde hâl, makam ve mertebe ile fizikî değil idrakî bir mekân tutmayı ve bu mekânı da sonuçta Allah’ın mekansızlığında eritmeyi kastettiklerini düşünebiliriz. Diğer bir ifade ile tasavvufî mertebelerin hâl idrakiyle makamsal bir mekânda (ya da mekânsal bir makamda) toplandığını söyleyebiliriz.

Ancak, bunlara bağlı olarak, Hz. Ebubekir’den nakledilen “İdrak, idrakteki acziyeti idrak etmektir” deyişince hâl, makam ve mertebenin içinden, “bunlar nedir” sorusuna bir cevap verebildiğimizi var saysak da, “bunlar kim ve neresi içindir” sorusundan kurtulamayacağımız gibi, “tasavvuf hâl bilgisidir, idraki mümkün olmadığından izahı da mümkün değildir” şeklindeki genel kanaate teslimiyet ile, soru üretmekte mahir merakımızı da gidermiş olmuyoruz.

Sonuçta mesele şurada toplanıyor: Zikrettiğimiz sorular esasında kurtulmamız ve merakımızı yenmemiz, bu zamana kadar sûfî müellifler tarafından ortaya koyulmuş ilgili tasniflerle ve tefsirlerle bugün de yine mümkün olabilir mi?

YAZININ DEVAMI

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Dâvûd el-Kayserî’nin Mukaddemât’ı 23 Kasım 2024 | 52 Okunma ‘Sanat gayet lüzumlu bi şey olup, olmayınca hiç olmaz!’ 19 Kasım 2024 | 42 Okunma Horasan Erenlerinin ‘Anadolu Mayası’nı hayatın içinde tutmak 16 Kasım 2024 | 98 Okunma Horasan Erenleri hakkında birkaç soru 14 Kasım 2024 | 265 Okunma Horasan Erenleri: Ne devletle ne devletsiz 12 Kasım 2024 | 917 Okunma