Geçtiğimiz ayın ikinci haftasıydı.
Uluğ Bey’in 1421 yılında Semerkand’da yaptırdığı, kendi adıyla anılan rasathaneyi gezdikten sonra, heykel yönünden rasathaneye çıkan merdivenlerin bitiminde dinlenen beş Özbek ihtiyarla karşılaştım.
Özbekistan’da selam, “selamı yayınız” emrine itaatin bir nişanı gibi; İslam adına belki birçok şey unutturulmuş ama selam baki kalmış; kadın, erkek, çocuk, ihtiyar... herkes birbirine selam veriyor. Haliyle ben de onlara selam verdim. Hemen mukabele ettiler. Önlerinden geçmek üzereyken biri kolumdan tutup, “Türkiye’den mi?” diye sordu. “Evet” cevabımı alınca, “Türkiye’de hallar nasıl” diye soruverdi.
Gözlerine baktım, cevap beklemiyordu, çünkü sorusu iyilik temennisinin surete bürünmesinden başka bir şey değildi. Ben bunun böyle olduğunu, 17/25 Aralık’taki seçim ayarlı darbe teşebbüsünü yaşadığımız günlerde, Tiran’da bir ihtiyardan öğrenmiştim.
Tiran’ın merkezindeki Edhem Bey Camii’nden çıkmış, fotoğraf makinamın dış çekim ayarlarını yaparken, arkamdan sağ omuzuma konan elin sahibini görmek için geriye döndüğümde, seksen yaşlarında bir Arnavut ihtiyar, zikrettiğim sıcak gündemin de etkisiyle yekten şöyle söylemişti:
“Türkiye’de haller iyi mi? Bak, Hacı efendi, bizim ekmeğimiz, aşımız var hamdolsun. Biz sizlerden maddi yardım beklemiyoruz. Ama sizlerin moral yardımına muhtacız. Sizler iyi olursanız, bizler burada başımız dik geziyoruz; sizde problem olursa burada bizim yüzlerimiz kararıyor; çünkü düşmanın sizin problemlerinize sevinmesi bizim gönlümüzü yıkıyor.”