Tasavvufun mahiyeti ve tarihi söz konusu olduğunda, hemen herkes tanım ve ayrım olarak zühd ile şeriat ve hakikat kelimelerini dile getiriverir.
Bu öyle bir yaygın ezber ve tereddütsüz bir uzlaşmadır ki, zühdte bir abartı, şeriat ve hakikat ayrımıyla dinin özünde bir çelişkinin uçlandırılmak isteniyor olabileceği kimsenin aklına gelmez. Her iki konudaki tarihsel zemin de zaten bu manada mantıksal bir kuşkuya düşülmeyecek şekilde oluşturulmuştur.
Buna göre, 1-hızla gerçekleşen fetihlerde elde edilen ganimetler hazine odalarına sığmayınca sokaklara taşmış, bunların içinde yüzmek zorunda kalan Müslümanlara dini esasları hatırlatmak için dini bütün birilerince zühd övgüsüne başvurmak, 2-başka toplumların daha kolay Müslüman olmalarını sağlamak üzere, şeratın sertliğini metafizik gerçeklikle gidermek ve dolayısıyla özü itibariyle onunla çelişmeyen hakikati ikinci bir yol (nefeslenme alanı) olarak benimsetmek zorunlu hale gelmiştir.
Hal böyle olunca her iki durumu birden içine alan şehirleşmenin muhtemel etkileri gözardı edilmiş ve doğrudan buna bağlı olarak muhabbetten ticarete kadar ilişkilerin yeniden kurgulanmasıyla ortaya çıkan sorunlar oldum olası halının altına süpürülmüştür.
Oysa ki, Lewis Mumford’un kentlerin Batı’da ortaya çıkışıyla ilgili şu tespitleri, yeni kurulan ya da din esaslı yaşantının içine çekilerek yenileştirilen İslam şehirlerini de kapsamaktadır:
“Kentlerin ortaya çıkmasıyla birlikte (...) O zamana kadar dağınık ve örgütsüz olan birçok işlev sınırlı bir alanda bir araya getirildi ve topluluğun bileşenleri dinamik bir gerilim ve etkileşim durumunda tutuldu. Kent surlarının çevrelediği kapalı mekan içinde neredeyse zorunlu olarak ortaya çıkan bu birlik içinde, kent öncesinin yerleşik yapıları –tapınak, pınar, köy, pazaryeri, müstahkem yer- kent içinde meydana gelen genel büyüme ve büyük sayıların yoğunlaşması sürecine katıldılar ve yapısal bir farklılaşma yaşayarak kent kültürünün sonraki tüm aşamalarında varlığını sürdürecek olan birtakım biçimler kazandılar. Kent, kutsal ve dünyevi güçteki büyümeyi somut olarak ifade etmenin bir aracı olarak ortaya çıkmakla kalmadı, bilinçli bir çabanın çok ötesine geçen bir tarzda, yaşamın tüm boyutlarını genişletti. Kozmosun bir temsili, cenneti yeryüzüne indirmenin bir aracı olarak hayatına başlayan kent, mümkün olanın simgesi haline geldi. Ütopya, kentin ilk yapısının ayrılmaz bir unsuruydu ve tam da bu yüzden, ideal bir tasarımdan yola çıktığı için kent daha düşük beklentilerle yetinen, çalışma alışkanlıklarının ve günlük umutlarının ötesine geçme çabası göstermeyen, daha ayakları yere basan bir tarzda yönetilen küçük topluluklarda çok uzun zaman atıl kalabilecek olan yeni gerçeklikleri yaratmayı başarmıştır.” (Tarih Boyunca Kent)