Yıllar önceydi. Makedonya’nın başkenti Üsküp’te “Çatışma alanlarında gazetecilik” başlıklı bir toplantıya katılmıştım. Daha çok Balkan ülkelerinden gelen gazetecilerin katıldığı bir buluşmaydı. Yugoslavya’da iç savaş çıkmış, değişik milliyetlerden oluşan birlik büyük ölçüde dağılmıştı. O günlerde, asıl kıyamet, bağımsızlıklarını ilan eden ülkelerin “öteki”leriyle, yani farklı kimliklerle yaşanıyordu. Örneğin Sırbistan’ın içinde kalan Müslüman Boşnaklar, Hırvatistan sınırları içinde kalmış Slovenler, varlık yokluk mücadelesi veriyordu. Kimi yerde etnik, kimi yerde dini, kimi yerde de mezhepsel farklılıklar çatışma ve saldırı nedeniydi. Tabii bu çatışma ortamından gazeteciler ve habercilik de etkileniyordu. Yugoslavya'nın başkenti Belgrad'ta, ülkenin federal yapısı gereği değişik milliyetlerden Yugoslav gazeteciler görev yapıyordu. Önce iç savaş, ardından da gelen bölünme onları fena halde açmaza sürüklemişti. “Sırp kökenli bir gazeteci, Sırpların cinayetlerini yazabilir mi? Hırvat bir gazeteci Hırvatların Slovenlere yönelik baskılarını kaleme alabilir mi?” gibi sorular vardı aklımızda. Aslında bu işin normali şudur: Gazeteci haber verir, gördüğünü araştırdığını yazar. Ama o günlerde iç savaş vardı, akıl almaz acı olaylar yaşanıyordu. Yugoslavya iç savaşının yarattığı ortamda, gazeteciler, düne kadar birlikte çalıştıkları meslektaşlarıyla, aynı şeyi gördükleri halde farklı şeyler yazmak durumunda kalıyorlardı. Başka türlüsünü yazmaları, yazdıklarında yayınlatmaları mümkün değildi. “Vatana ihanet” suçlamasını yapıştırmak üzere hazır bir kamuoyu bulunuyordu. Farklı bir yerden bakarsanız! Toplantıda bu alanda yaşanmış çeşitli örnekleri dinledik. Bir Sırp gazetecinin anlattıkları aklımda yer etti. Sırpların, yani mensubu olduğu milletin askerlerinin işlediği bir katliama tanık olmuş, fotoğraflarını çekmişti. Ama iş haber yapmaya gelince bunun mümkün olmadığını anlamış, içine atmıştı. Bu konuda yazılan yalan haberler, içindeki acıyı daha da katmerleştirmiş...