Günlerdir devletin kutsallığı, devletin ebediliği üzerine nutuklar dinliyoruz. “Ben devlet için varım” diyor birisi. Diğeri, “Biz devlete canımızı veririz” diye bağırıyor. Sanki ulaşılmaz bir varlıktan söz ediliyor. Devlet…Devlet… Devlet… Devlet bir canlı mıdır? Devlet ulaşılamaz uhrevi bir varlık mıdır?
Bir ruh mudur? İnsanlığın düşünsel tarihi boyunca, devletle ilgili birçok farklı (ve birbiriyle çelişen) tanım yapılmıştır. Sözlüğe bakıyorum, şöyle bir tarif var: “Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal örgütlü bir ulusun ya da uluslar topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık.” Bir başka tarif ise “Toplumun siyasal örgütlenişi ve örgütlerinin tümü” şeklinde. Marksist terminolojide ise “Devlet, egemen sınıfların baskı aracıdır” diye bir tanım vardır.
Devlet dediğimiz şey toplumun oluşturduğu bir örgütlenme. Başka şekilde tarif edersek, genellikle belli yönetici sınıflar, ülkeyi ve toplumu yönetmek, disiplin altında tutabilmek için bir düzen kuruyorlar. Bu düzene devlet adı veriliyor. Devlet, asker demek, devlet polis demek, devlet yargı demek, devlet Meclis demek… Devlet bazen padişah demek.
Bazen de diktatör. Devletin bir kişinin şahsında simgeleştiğini ifade eden Osmanlı Padişahı Kanuni şöyle demişti: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi. Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
Devlet değil halkı öncelemek…
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kabul edilen 1961 Anayasası’nın 3. maddesi: “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.” 1980 Anayasası’nda da yer alan bu cümle bize şu mesajı verir: “Asıl olan devlettir. Ülke de millet de devletindir.”