Siyasi literatürde çokça kullanılan bir deyiş vardır: “Özgürlük güvenlik dengesi.” Bu görüşe göre; özgürlükler, güvenlik ihtiyacının sınırında sona erer. Bir ülkenin ya da bir bölgenin güvenliğini sağlamak yükümlülüğünde olan siyasi irade, “Güvenliğimiz tehdit altındadır, bu yüzden özgürlüklerinizi kısacağız” diye ortaya çıkar. Uygulayacağı kısıtlamaların meşruluğunu sağlarken, “tehlike” algısından da güç alır. Kendi yakın tarihimize bakarsak… Yıllarca tek parti yönetimi altında yaşadık (1923-1946). Tek partili yılların bir kısmını sıkıyönetimle geçirdik (Şeyh Said İsyanı, Menemen olayları, İkinci Dünya Savaşı dönemi...). O dönemi tam anlamıyla “güvenlik endişesi” temelinde alınan önlemlerle yaşadık. İkinci bir partinin ortaya çıkıp “devrimleri yolundan saptırması”, “gericilerin laikliği ortadan kaldırıp şeriat rejimi kurması” gibi endişeler idareye egemendi. 2002’de Meclis’te çoğunluğu elde eden AK Parti, geçmiş yönetimlerin “tehlike” olarak gördüğü bir geleneğin temsilcisiydi. Bu açıdan meşruiyet sorunu vardı. Askeri ve bürokratik yapıya egemen olan “modernist militarizm”, var olan düzeni değiştirmek isteyen AK Parti’ye direndi. Sonunda AK Parti modernist militarizmi etkisizleştirdi. Yargı, ordu, bürokrasi içindeki geleneksel modernist kadrolar güçlerini yitirdi. Bu şekilde iktidar tam anlamıyla AK Parti’ye geçti. O zamanlar çok sorduğumuz bir soru vardı: “AK Parti mi devleti değiştirecek, devlet mi AK Parti’yi?” Şu an her ikisinin de büyük ölçüde gerçekleştiğini söyleyebiliyoruz.İktidar partisi devlete egemen olurken, “devletçi zihniyet” de aynı oranda iktidar partisine sirayet etti. “Devletçilik” kapsamlı ve birçok yöne “çekilebilecek” soyut bir kavram. Bizim meselemiz ise devlet-toplum ilişkisinde nasıl bir tavır izlendiği/izleneceği. Toplumun, özgürlük, adalet, fırsat eşitliği...