Duygu Asena'yla 90'ların sonunda Milliyet binasında tanışıp arkadaş olduğumda hala bir medya star'ıydı, ancak bir zamanlar estirdiği rüzgar dinmeye başlamıştı. Bunun kendisi de farkındaydı. Neredeyse 20 yıl zirvedeydi, hiç kimseye nasip olmayacak kadar etkili bir kaleme dönüşmüş, sadece bir gazeteci olmanın ötesinde toplumsal bir figür olup peşinden insanları sürüklemişti. Gazete yazıları, televizyon programları, kamusal alanda yapılan tartışmalar, paneller, çıkartılan dergiler, yazılan romanlar... Ne yapsa olay olmuştu, ama hiç kimsenin popülerliği sonsuza kadar sürmüyor işte. Şimdi artık olmayan Armani Caffè'deki bir akşam yemeğinde günümüzde neyin tutacağını, neyin tartışılacağını konuşuyorduk. Çünkü o sıralar yeni bir roman yazmaya hazırlanıyor ve 2000'li yıllara girerken de "Kadının Adı Yok" etkisi yaratmak istiyordu. Ancak kuşaklar değişmiş, Duygu Asena'nın anlattığı hikayeler de günümüz kadınlarına pek hitap etmez olmuştu. Zihnimizde neredeyse kadın-erkek eşitliğinde ideal noktaya ulaşılmış, muazzam özgürleşmiş ve ilerlemiş bir Türkiye'ye doğru ilerliyorduk yeni milenyuma doğru. Birkaç sene içinde bunun büyük bir yanılsama olduğunu anlayacaktık, ama o an için umutluyduk ve Asena'nın formülleri de eski bir Türkiye'de kalmışa benziyordu.