Haksızlığa uğrayan başka güçlü adamların da bildiği gibi Fatih Terim de futbol federasyonunca cezalandırılmasının ardından kendini yalnız hissediyor olmalı. Başkalarına olduğu gibi ona da "Oh olsun" diyenler çıkmıştır, duruma objektif bakmayı reddedip duygularına yenilerek. Fatih Terim uzun yıllar boyunca o kadar düşman yarattı, kendinden o kadar nefret ettirdi ki haklı olduğunda bile fanatik taraftar dışında hakkını savunacak kimse bulamaması şaşırtıcı değil. Ne yalan söyleyeyim, Fatih Terim her mağdur olduğunda içten içe bende de bir sevinç doğuyor. Her kaybettiğinde, her yenildiğinde belki artık onu unuturuz, hayatımızdan çıkıp gider diye seviniyorum. Her şeyden önce benim futbol zevkimi elimden aldı yıllar önce; onun yüzünden sadece Galatasaray'ı değil, futbolu bile takip etmeyi bıraktım. Fatih Terim'e tepkili oluşumun çeşitli nedenleri var, ama içlerinden en önemlisi kendi kültünü yaratan figürlere duyduğum doğal tepki. Teknik direktörlük yapmaya başladığı günden itibaren kurumları değil, kendisini önemseyen, kendisini ön plana çıkaran, kendisine tapınılmasını isteyen ve bundan zevk alan bir figür oldu Terim. Zaman zaman rezil olduğunda da egosu hiç ama hiç yara almadı. "Takımdaşlık" temalı konferansta kendi başarılarını anlatırken çalıştığı takım tarafından kovulmasını yıllardır hatırlayıp hatırlayıp gülüyorum, ama tarihin bu ironisine başkalarına bu kadar komik görünmediğinin de farkındayım. Neredeyse insanın babası rezil olunca bunu bir an önce halının altına süpürmek istemesi gibi unutturuldu Swissôtel'deki bu olay da. TÜRKİYE'YE UYGUN BİR BABA FİGÜRÜ Ne de olsa kendisini bazen devlet yerine de koyabilen, kendi kendisini "baba" ilan eder bir figür Terim. Karşısındaki kim olursa olsun küçümsemesi, bağırıp çağırması, genç oyunculara hakaret etmesi, bazen dövmesi de kendini konumlandırdığı bu baba rolü yüzünden. Türk toplumu genel olarak böyle çarpık baba figürlerine aşina olduğundan, hatta onları bağrına bastığından Fatih Terim de bu patolojiden beslenmeye devam ediyor.Hele hele Türkiye'de. Çünkü başarıları da, öfkesi de, vizyonu da, iş yapma biçimi de "Türk işi" olduğundan bu topraklarda kimi nasıl tavlayacağını, nasıl ayakta kalacağını biliyor. Zevksiz takım elbiseleri, ellerini kollarını oynatarak konuşması, aşırı terlemesi, tuhaf mimikleri, bazen ne dediği anlaşılmayan sözleriyle ancak Türkiye'de karşılığı olabilen bir karakter o. Aynı zamanda bir korku unsuru da; gücünün pek çoklarına yettiği de kesin. Bugüne kadar çalıştığım her yerde beni istinasız şikayet etmişliği var mesela. Bir keresinde çalıştığım kurum maç yayın haklarını da elinde bulundurduğundan grubun yöneticisine milli takım teknik direktörü olarak bunu hatırlatmıştı mesela. Ben kendi babamdan korkmamışım, Fatih Terim'den de korkacak halim yok.Önemsediğim ya da kişisel bir hesap tuttuğum için değil, ama açıklayıcı bir örnek olduğu için hatırlıyorum Terim'in maç yayınlarını bir tehdit unsuru olarak kullanmasını. Normal şartlarda bir teknik direktörün yetkisinin çok ötesinde olması gereken bir konu maç yayın ihaleleri. Kulüp başkanlarıyla medya patronları arasındaki bir konu, sportif ekiple ilgisi yok. Ama Terim kendisini her konuda yetkili bir baba olarak gördüğünden maaşının çok üstündeki bu konuya karışmayı ya da silah olarak kullanmayı bile doğal hak görüyordu. Bugüne kadar Galatasaray'da veya milli takımda hiç kimse ona "Sen kendi işinle ilgilen, işin olmayan konulara karışma," demediği için de bu hayali yetki alanı kendi kafasında genişledikçe genişledi. Herhangi bir kurumsal yapı, işleyiş, sistem hiçbir zaman sökmedi Terim'e. Bütün başarılarını nasıl şahsına mal ettiyse, çalıştığı kurumların hep daha üzerinde gördü kendisini. Kurumlar hep ona muhtaçtı egosunun yanılttığı algısına göre. Tam da bu yüzden kurumsal işleyiş geleneği olan Batı'da tutunamadı, hep Türkiye'de var oldu. Bugün yaşadığı mağduriyet de Türk işi, ama bu açıdan da ironik.