Yaklaşık iki senelik aranın sonunda İstanbul'dayım. Önceki gün Hilton'un terasından şehre baktığımda sadece bir açıdan, bu otelin konumundan bakıldığında İstanbul'un dünyanın en güzel şehri olduğunu düşündüm. Yerimden kımıldamadan şehre sadece buradan bakmak istiyorum. Dünyanın en yeşil şehriymiş gibi gözüküyor. Sağlı sollu zengin bir yeşil alan var. Karşı kıtadaki yapılaşma denizin yansımasından göze batmıyor bile. İstanbul Boğazı'nın girişindeki ufuk çizgisi bu şehrin insanlarının hayallerinin mümkün olabileceğini düşündürüyor. Tabii ki bütün bunların birer yanılsama olduğunu biliyorum, sonuçta burası benim şehrim ve köküne kadar tanıyorum. Ama dışarıdan gelen birisi için tek bir noktadan durup bakıldığında göz kamaştırıcı olmadığını kimse iddia edemez. Ben de bu aralar dışarıdan gelen birisi sayılırım, çünkü İstanbul'a hayatında ilk kez gelen bir Amerikalı arkadaşımı gezdiriyorum. Onu kendi geçmişimin geçtiği sokaklarda – burada sarhoş olmuştum, burada iş görüşmesi yaptım, burada kalbim kırıldı – gezdirirken bir yandan İstanbul'u anlatıyorum, İstanbul'u tanıyorum. Ne yalan söyleyeyim, hoşuma gidiyor. Oysa gelmeden önce herkes bana İstanbul'un ne kadar kalabalık...