Ruh sağlığı bozuk sapkın kişiliklerin ellerine silah almaları ya da talk-show'cu olma arzuları yeni bir fenomen değil—en azından sinemada. Robert De Niro bireyin kendini kaybedişini Martin Scorsese'nin iki filminde gözümüzün önüne soktu zamanında. Vietnam'ın yarattığı travmadan kurtulamayan "Taksi Şoförü" ve kendisini kameranın önünde hayal eden, bu hayaline kavuşmak için de ülkenin en meşhur talk-show'cusunu kaçıran "The King of Comedy." Üzerinden yıllar geçtikten sonra Robert De Niro'yu sinemada yeniden bir talk-show sunucusu olarak görmemiz meta bir şaka mı acaba? Neredeyse varlığını Scorsese'nin bu iki filmine borçlu (ve yer yer hiç utanmadan bu filmlerden çalan) "Joker"da adeta "The King of Comedy"deki Rupert Pupkin'i canlandırıyor De Niro. O filmin sonunda Pupkin kaçırdığı televizyon sunucusunun yerine geçiyor, kitapları çok satan, programları izlenen büyük bir şöhrete dönüşüyordu. Ancak bu geleceğin onun hayali mi yoksa gerçek mi olduğundan izleyici bir türlü emin olamıyordu. 1983 yılında medya şöleninin tam ortasında şöhretlere tapınmak üzerine söyleyeceği birkaç sözü vardı bu filmin; kasıtlı muğlaklık da şöhret çağında herkesin, suçluların, sapıkların bile istediği her şey olabileceği ihtimalini hatırlatıyordu. Ancak esinlendiği filmlerin aksine "Joker"ın böyle büyük bir derdi, ya da söyleyeceği bir söz yok. Filmin en büyük başarısı yaşadığımız çağa ait çok büyük bir gözlem yapıyor, çok derin bir felsefesi varmış gibi gözükmesi, ama iki saat boyunca yüzeyselliği bir türlü aşamaması.