BATI dünyasına İtalyan mutfağını tanıtan Londra’daki River Cafe, bu sene 30 yaşına bastı. Geçen hafta yine bu lokantadaydım. Hanut değil, alın teri. 30 yıldır düzenli olarak River Cafe’ye gitmiyorum, ama yıllardır Londra’ya geldiğimde mutlaka ama mutlaka yolumu buraya düşürüyorum. Bazen sadece burada yemek yemek için kendi kendime Londra seyahati uyduruyorum. Tıpkı geçen hafta olduğu gibi.
Yıllardır yakın arkadaş olan ve profesyonel aşçılık tecrübesi bulunmayan Ruth Rogers ve Rose Gray’in kafasına öylesine esmişti ilk başlarda bir lokanta açmak. Rogers’ın eşinin mimarlık ofisinin bulunduğu bölgede daha çok personelin yemek yiyeceği bir kantin olarak tasarlamışlardı. Mutfakta iki kadın, bir bulaşıkçı ve bir garsonla yola çıktılar. Dekorasyonu da Rogers’ın eşi yaptı. River Cafe açılana kadar Anglosakson dünyasında İtalyan yemeği kırmızı sostan, spagetti bolognes’den ve tiramisudan ibaretti. Gray bir dönem yaşadığı İtalya’da tattığı farklı lezzetleri getirmek istedi; ülke mutfağının sadece makarnadan ibaret olmadığını gösterdi.
İki kadın yıllar içinde Londra’da yüzlerce arkadaş edindi, gazetecilerden romancılara dev bir çevreleri oldu.
YEMEKTEN SONRA UYKU
Benim için rutin hiç değişmiyor: Öğlen yemeği için iki kişilik bir masa ayarlanıyor, önden bir martiniyle en az üç saat sürecek bir ziyafet başlıyor. Tabii River Cafe’de bizim gibi oburluk yapmadan bir başlangıç bir tatlı yiyen, tek başına kitabını okuyup gidenler de var. Kırk yılda bir gelince mönüde ne var ne yoksa tatmak istiyorum bense...
Bir kere, bari bir kere yediğim tek bir şeyden hayal kırıklığıyla ayrılayım, bir kere eleştirecek küçük bir detay bulayım istiyorum River Cafe’de. 1998’de aldığı Michelin yıldızını hâlâ koruyan lokantada her seferinde lezzet estetiğine kapılıp kendimden geçiyorum.
Tavşan ragu’su, kızarmış kabak çiçekleri, mükemmel pişmiş ve sadece biberiye katılmış bir dil balığı... Yemeğin sonunda mutlaka ama mutlaka eve gidip sızıyorum; başka türlüsü de mümkün değil.
Lokanta 2008’de yanıp neredeyse kül olduğunda iki kadın pes etmeyi düşündü ama birkaç sene sonra kansere yenilecek olan Rose Gray hayatta yapacak başka bir işi olmadığından devam etmeye karar verdi. Gray’in ölümü İngiltere’de adeta milli yas ilan edildi, “Ruthie” olarak bilinen