Cebinde AB pasaportu taşıyan sıradan bir vatandaşın gözünde yüzleşme ve tarihle hesaplaşma, 2. Dünya savaşı sonrasında başlamış ve bitmiş bir süreçtir
Bu dönemde yaşanan yüzleşmenin merkezinde tahmin edebileceğiniz gibi, toplama kampları ve Nazizm vardı.
Kitapçı vitrinleri hala bu dönemi anlatan romanlar ve film CD’leriyle dolup taşar ve en prestijli sanat-edebiyat ödülleri, en çok bu eserlerin altında imzası olan sanatçılara, yazarlara gider.
Avrupa, kendi içinde imal edilmiş ve milyonlarca insanın hayatına mal olmuş, kendisine ait tarihin bir parçası olan şiddet ve terörle yüzleşmeyi başardı, hatta dünyaya da bu alanda örnek oldu.
Ama soğuk savaş yıllarından çıkıp gelen Avrupa, dünyanın başka coğrafyalarını kasıp kavuran şiddet ve terör dalgasına karşı anlamlı bir siyasi stratejinin sahibi olmak yerine, çıkarları uğruna, şiddet ve terör üreten diktatörleri şurada burada desteklemeye devam etti.
Milli savunma bütçesini % 2’lerde tutan İsveç, gitti gizli anlaşmalarla, silah üreten fabrikaların gizli ortağı oldu.
Halepçe’yi vuran kimyasal silahlarla, Filistinli çocukları, Afgan kadınlarını vuran silahlar, aynı ortakların ürettiği silahlardı.
Her şey yolunda gidiyordu tabi. AB duvarları korunaklıydı, sağlamdı, Avrupalılar, hiç kimsenin yıkamayacağı ve ihlal edemeyeceği hak ve özgürlüklerle övünüyorlardı.
Şimdi Paris’in sokaklarında askerler kol geziyor. Eyfel ve Louvr müzesi ziyaretçilere kapatıldı.
Bugün Paris, ama yarın kıtanın en belli başlı şehirlerinde sıkıyönetim ilan edilirse, herhalde bu da Bred Pit’in son filminden bir sahne diye görülmeyecektir!. O filmlerde biliyorsunuz salgın bir hastalık baş gösterir ve dünya cehenneme döner, her yerde sıkıyönetim ilan edilir. Sonra birkaç kahraman, dünyayı bu felaketten kurtarmak için kollarını sıvar ve mücadeleye girişir.