Bu gazetenin yazarlarından sevgili Hüseyin Besli yazısında
değinmese, 27 Nisan sürecine başlayacaktım. Ama onu haftaya
erteleyeyim.
“Oysa adalet tek bir yargıcın aklına ve vicdanına terk edilemeyecek
kadar önemli” diye bitirdiği yazıda, bendenizin “yargının
toplumsallaşması” ifademden heyecan duymakla birlikte bunun
sözleşmede yansıma bulmaması nedeniyle yaşadığı hayal kırıklığını
ifade ediyor.
Besli’nin “yargının tarafsızlığı” ile “yargıç bağımsızlığı”nın aynı
olmadığı saptamasının altını çizerek başlayalım.
Yargının bağımsızlığıyla kastedilen “yargılama”nın siyasal,
ekonomik veya sosyal zorlamalardan bağımsız bir şekilde cereyan
etmesidir. Zira buradan korunması gereken asli değer “yargılama”,
yani “adalet taleplerine cevap verme” işlevidir. Yargı sisteminin
bizatihi bir değeri yoktur. Bu sistem bu işlevi yerine getirdiği
ölçüde önemli ve korunmaya değerdir. Aynı şey yargıç için de söz
konusudur. Bu işlev önemli olduğu için “yargıçlık” statüsü
üretiliyor. Hukuki imkânlar ile donatılıyor. İşlev yoksa, bunların
hiçbiri olmak zorunda değil.
Bir ülkede adalet taleplerine cevap verme fonksiyonu yerine
sistemin ve yargıcın dokunulmazlığı öne çıkıyorsa, ortada başka bir
sorun var demektir. O ülkede yargıçlık ve yargı sisteminin amacı
adalet taleplerine cevap vermek değil, başka bir şeydir.
Türkiye’de yargı sisteminin amacı da maalesef “adalet taleplerine
cevap vermek” olmadı. Olsaydı sistem farklı bir şekilde inşa
edilirdi.
Olsaydı yargının temel referansı hiyerarşik onaydan çok, toplumsal
onay olurdu. Elbette yargı sistemi de merkeziyetçi olmaz ve merkezi
otoritenin önceliklerine göre işlemezdi. Aksine toplumsallaşır ve
toplumsal güven ve onaya göre işlerdi.