Daha önce de hatırlattım: Güneşlenmeden, cildimizi “usulüne uygun” bir şekilde güneşle buluşturmadan yeteri kadar D vitamini depolamamız pek mümkün değil.
Bu nedenle başlıktaki sorunun cevabı net ve açık olarak şu: Yediğinize, içtiğinize, damlasına, şurubuna, iğnesine, hapına değil, “emeğinize(!)” yani düzenli aralıklarla güneşlenerek ürettiğiniz D vitamininize güvenin. Zira uzmanlar ısrarla D vitamininin en güvenlisi ve faydalısının derimizi güneşle buluşturarak güneşten gelen UVB/morötesi ışınları sayesinde ürettiğimiz “doğal D vitamini” olduğunu söylüyorlar. Peki, neden? Nedeni şu...
İYİ BİLGİ 1
SÜLFATLI D VİTAMİNİ ÇOK DAHA DEĞERLİ
Takviye olarak faydalandığımız D vitaminleri, hayvan ya da bitki kaynaklı. Takviyelerdeki D vitaminleri doğal olanlarının aksine “sülfatlı değil, sülfatsız”. Sülfatsız oldukları için de suda değil sadece yağda eriyebiliyorlar. Neticede de hücrelerimizdeki etkileri “hem suda hem de yağda eriyebilen doğal D vitaminine oranla” daha sınırlı kalıyor. Diğer taraftan mesele sadece “sülfatlı olup olmama meselesi” ile de sınırlı değil. Basit ama önemli bir ayrıntı daha var. O ayrıntı da şu...
İYİ BİLGİ 2
SÜLFATLI D VİTAMİNİ ADETA BİR GÜNEŞ PİLİ
Güneşten cildimize ulaşan UVB ışınları sayesinde cildimizde hazır bekleyen, öncü 7-dehidrokolesterolden ürettiğimiz “sülfatlı D vitamini/DOĞAL D VİTAMİNİ” sülfat bağından ayrıldığında bir “enerji” açığa çıkıyor. Kısacası sülfat bağı D vitaminine “hem suda hem yağda eriyebilme, hücrenin her alanına rahatça ve etkili bir şekilde ulaşabilme” yeteneği kazandırmanın da dışında, bir anlamda güneş enerjisini vücutta depolayan bir çeşit “güneş pili avantajı” da sağlıyor. Kanaatime göre, “kanserden korunma, bağışıklığı güçlendirme, depresyonu engelleme, şeker hastalığını frenleme, kalp damar hastalıklarını önleme” gibi kritik görevler söz konusu olduğunda bu gibi ek işlerde daha başarılı olan D vitamininin sülfatlı formuna öncelik vermemiz çok daha avantajlı bir yaklaşımdır.