Rahmetli arkadaşım Atilla
Tokatlı 70’li yıllarda bir ara (nedense) İstanbul’u
bırakıp Ankara’ya gelmişti. Galatasaray mezunuydu, Paris’te sinema
sanatı konusunda yüksek öğrenim görmüştü. “Denize İnen
Sokak” (1960) adlı filmi yurtiçinde piyasaya çıkmadan 21.
Venedik Film Festivali’nde özel programda gösterilmişti. Ama
nedense sinemayı küt diye bırakmıştı.
Sinemayı neden bıraktığını, neden çeviriden
başka bir iş yapmadığını hiç sormadım. Âdetimiz böyleydi,
anlatılmadıkça sormazdık. Çeviri yaparak geçinip yaşıyordu. Çeviri
kitap sayısını yüze çıkardığı zaman emekli olacağını söylemişti.
Yüz kitabın 10-12’si nasıl olsa her yıl yeni baskı yapardı; bir
kitabın çeviri ücreti de insanı bir ay geçindirirdi.
Doğrudur: Ben de Régis
Debray’den çevirdiğim küçük bir kitabın çeviri ücretiyle
Bodrum’da 15-20 gün tatil yapmıştık Ülker’le.
Belki Tan bile vardı yanımızda. Kitabın adı
Zamane Delikanlısı idi, Habora Yayınevi (1970)
yayımlamış ve 700 eski Türk Lirası ödemişti.
***
Oysa şimdi, yazar ve çevirmen
Işık Özgüden, 2018 yılında
çevirmenin hali pürmelâlini tasvir ettikten sonra
yazıyor:
“Kısacası, kitap çevirmenliği gibi
vasıflı bir emek gerektiren bu alan en vasıfsız
emek için devletin öngördüğü insanlık dışı koşulları
bile karşılayabilmekten yoksundur. Bu nedenle de yayın
sektörünün temel ihtiyacı olan ‘profesyonel kitap
çevirmeni’ sayısı son derece azdır.
Bu örneği somutlamak istersek,
Türkiye’de 2018 itibarıyla asgari ücret net 1603
TL’dir (bu parayla tek bir kişinin bile yaşayabilmesinin
mümkün olmadığı gerçeğini bir yana koyalım şimdilik). Bir
çevirmenin eline her ay net 1500 TL’nin (yani
asgari ücretten de düşük bir rakamın) geçebilmesi
için, Çevirmenler Birliği’nin (Çev-Bir) saptadığı asgari
sözleşme koşulu olan brüt %7 üzerinden ve 2000 baskı
sayısıyla (ki şu an birçok yayınevinin baskı sayısı
azami 1500’dür) yapılmış bir anlaşma sonucunda, en az
120-150 sayfalık bir kitabı bir ay içinde çevirmesi,
çeviri metnin tekrar okumalarını, düzeltmelerini,
gerektiğinde başka kitaplarla yürütülecek araştırma ve
incelemeleri de bu zaman süresi içinde yapmış olması;
teslim ettiğinde yayınevinin hemen ödeme yapması
(ki birçok yayınevi ödemeyi kitabın basılmasını takip
eden aylara yaymaktadır); üstelik hemen ardından yeni bir
çeviriyi, bir sonraki ay ve diğer aylar da yeniden
başka çevirileri bulabilmesi gerekir. Böyle bir
çalışma temposunda ne hafta sonu tatili, ne yıllık tatil,
ne de olası sağlık koşulları dikkate alınmıştır.
Kısacası bu imkânsız bir durumdur, hele ki bir
aile yaşamını böyle sürdürmek hayal bile edilemez. Şunu da
asla unutmamak gerekir ki, asgari ücretin altında bir
aylık alabilmek için bu tempoda çalışması
beklenen kişi en az iki dili gayet iyi bilip
kullanabilen, dünya kültürüne vâkıf, yani Türkiye
ortalamasının üstünde kalifiye bir emeğin
satıcısıdır.” (T24, 22.10.2018)
***
Çeviri işinde de, değerlendirilmesinde de çevirmenin emek hakkı yenir. Eskiden çevirmenin adı kitap kapağına yazılmazdı. Bu yobazlığın aşılmasında epeyce etkim oldu. Çeviri kitap tanıtımı, eleştirisi yapanlar, çevirmenin adını anmazlar. Yazarın üslubundan söz ederler ama o üslubun patenti yazara değil çevirmene aittir. Bu konuda da kaç kez yazdım ama suç tanıtım yazarlarından çok editörlerde. Bu eksikli yazılar asla yayımlanmaz. Önce editörler mesleklerini öğrenecek. Sonra her şey epeyce düzelir.
***