Geçtiğimiz Cuma günü yazdığım “Kadına Şiddetin Nedeni Muhafazakarlığın Yükselmesi mi?” başlıklı yazıda, bu tür şiddetin son yıllarda Türkiye’de giderek artmasının nedeninin muhafazakarlaşma değil, tam aksine geleneksel toplumdan modern topluma geçişte yaşanan yapısal krizler olduğunu ifade etmiştim. Erkek evdeki geleneksel ataerkil iktidarını kaybederken, kadın güçleniyor ve iktidara ortak olmaya başlıyor, demiştim.
Dönüşme halindeki toplumda hem modern hem geleneksel değerler aynı anda varolduğundan erkeğin ataerkilliği hem destekleniyor, hem de eleştiriliyor, bu da krize neden oluyor, yorumunu yapmıştım. Sonuçta erkek iktidar krizi nedeniyle ortaya çıkan bireysel ve kolektif öfkesini, ailedeki kadına ve çocuğa yansıtıyor ve istismardan dayağa, psikolojik şiddetten katletmeye kadına yönelik şiddet artıyor. “Eskiden böyle canice şiddet olayları yaşanmazdı, ne oluyor ülkemizdeki erkeklere” diyenlerin çoğunlukla göremediği, Türkiye’de muhafazakarlaşmanın artmadığı, tam aksine muhafazakar toplumdan modern topluma evrildiğimiz için bunların yaşandığıydı.
Ancak, bir yandan dünyanın her yerinde kadın haklarındaki, eşitlik yolundaki değişmeleri “ilerleme” olarak değerlendirirken, bu konunun aileye yansıyan sonuçlarının ise karamsarlığı tetikleyecek bir şekle ve boyuta ulaşmış durumda olduğunu söylemek gerekiyor. Zira, gelinen noktada kadının erkekle her açıdan eşitlenmesi –Batı ülkelerine bakarak da tespit edilebileceği gibi– geleneksel aileyi yıkıma uğratan sonuçlar doğuruyor.
Büyükanneler ve büyükbabaların da dahil olduğu geniş aile modeli, kentleşme sürecinde zaten ortadan kalkmış; aile anne-baba-çocuk üçlemesinden oluşan çekirdek hale evrilmişti. Modernizmle birlikte –isteseniz de istemeseniz de– bir paket olarak gelen bireyselleşme ise, kentleşmeyle birlikte küçülmüş olsa da, geleneksel olarak süren ailenin çöküşünü hazırlayan bir başka faktör oldu. Öyle ki geçtiğimiz yıl İngiltere’de ülkenin yalnız yaşayan yaşlı nüfusuna destek amacıyla kurulan Yalnızlık Bakanlığı, modernleşmiş ülkelerin bireyselleşmede geldiği acıklı noktanın en trajik göstergesiydi. Önceki gün de yine modernleşmesini tamamlamış ülkelerden Japonya’da yalnız insanların, doğum günleri gibi özel günlerde bir kaç saatliğine “eş” ve “evlat” gibi “aile üyesi” rolünü oynayacak oyuncular kiralamaya başladığını öğrenince, şaşırmadım ama üzüldüm.
Geleneksel aile modelinin yıkımındaki bir diğer neden; 1960’lardan sonra yükselen cinsel özgürlük dalgası oldu. Elbette tarih boyunca evlilik dışı ilişki hep vardı; ama bu durum modernizm öncesinde ayıp, günah olarak görüldüğü için gizli saklı yaşanması gereken utanılası bir hal olarak telakki edilirdi. Ama modernizmle cinsellik ilk kez olarak evlilikten kurumsal olarak ayrıştırıldı. Cinsel özgürlük söylemleri, modern dönemde Batılı ülkelerde, kadın hareketleri eliyle desteklendi. Ama bu aynı zamanda geleneksel aile modelini ayakta tutan desteklerden birinin daha yıkılması anlamına geliyordu. “Ulaşımı kolaylaşan”, “legalleşen” ve giderek “sıradanlaşan” aile dışı cinsellik ilişkileri nedeniyle evlilik yerine birlikte yaşamak tercih edilir oldu –bunların da ancak yüzde 40 kadarı evlilikle sonuçlanıyor–. Bizim gibi Müslüman ve modernleşmesini henüz tamamlamamış ülkelerde bu –henüz– yaygın değil, ama Batı’da sıradan bir durum...
Geleneksel ataerkil aile, yukarıda saydığım faktörlerin hepsinin bir araya gelmesiyle modern ülkelerde önce küçüldü, zayıfladı, sonra da çözülme aşamasına geçti. Gerisini biliyoruz. Evlilik yaşı giderek yükseldiği gibi, doğurganlık oranı da giderek düştü, evlilikteki “bir yastıkta kocama” ilkesi rafa kaldırıldı, onun yerini esnek ilişkiler aldı. Boşanma oranları tüm dünyada her yıl artıyor, Türkiye de buna dahil. Kadınların ekonomik bağımsızlığa sahip olduğu ülkelerde, yeni aile modelleri ortaya çıkıyor; tek ebeveyn ve bir çocuktan oluşan aileler, eşcinsel çiftlerin oluşturduğu aileler, evcil hayvanlarıyla birlikte yaşayan yalnızlar ve aile olmayan haneler giderek çoğalıyor.