Daha ilkokula bile başlamamıştım sanırım. Bir bayram arefesi bir
çift ayakkabı alınmıştı; parlak rugan, yuvarlak burunlu, önden ince
bantlı, yandan tokalı, pırıl pırıl bir rüya... O klasik kırmızı
rugan çocuk ayakkabısının siyah olanı…
Elbette, tahmin edileceği üzere tüm çok sevinmiş çocuk ritüelleri,
yastık altına koyarak uyuma dahil gerçekleşti. Zira şu dünyadan, o
ayakkabıdan başka bir şey beklemiyordum. Bence, dünyada o bir çift
ayakkabıdan daha güzel hiçbir şey yoktu. Şimdi bile hatırladığım
kıpır kıpır, katıksız bir mutluluk hali; tükenmez bir neşeyle dolma
durumu…
Büyük ve evsaflı planlar yaptıkça, yaptığı planlar
gerçekleşmedikçe; planları gerçekleşmediği halde beklemekten
vazgeçemedikçe, vazgeçmek bir yana hedefi daha da büyüttükçe,
büyüyor insan sanırım.
Bayram deyince, aklıma nedense hep beklemek geliyor. Bir yanı ince
bir sevince, ama daha ağır basan bir yanı da burukluğa bakan
beklemek.
Akrabalardan, sevilenlerden, arkadaşlardan, dostlardan gelecek bir
haberin, bir merhabanın, bir ziyaretin beklentisiyle dolu olmak
bence bayram. İnsan insanın cehennemidir ama işte insan insana aynı
zamanda lazımdır çünkü.
Eh çoğu yaşlı insanın, “nerede o eski bayramlar” demek suretiyle
geri gelmeyecek olanı anmasındaki espri bile, insanın yaşlandıkça
beklentilerden müteşekkil birine dönüşmesiyle alakalı bir parça
da...
Bayram beklemektir bence. Godot gibi, gençlerin el öpmeye
gelmesini, çoktan irtibat kesilmiş bir dostun aniden aramasını,
kavga ettiğinin “ya boşverelim bugün bayram” demesini, vaktiyle
yapamadıklarını bir gün yapabilmeyi beklemek; ama aslında sen
kovaladıkça hep bir adım ileri kaçanı, çoktan gitmiş ve geri
gelmeyecek olanı beklemek.