Toplumun pek çok katman ve parçasında, çeşitli gruplarda uzun süredir gözlemlediğim bir durum var: Kabilecilik. Bilindiği gibi kabilecilik, genelde akrabalık ve görev bağıyla birbirine bağlı olan grupları anlatır. İnsanlığın uygarlık öncesi aşamalarından biri, ömrünü tamamlamış olduğu düşünülen bir toplum biçimidir. Daha açığı kabilecilik, eski zamanlarda grupların irrasyonel, duygusal davranışlarını yansıttığı bir örgütlenme biçimidir. İnsanlığın madden ve manen gelişimi için, seçilecek ilk şık sayılmaz.
Modern dünyada, kabilecilik diye bir örgütlenme biçimi elbette kalmadı, ama bu kez de insanın giderek bireyselleşmesi, yalnızlaşması, bencilleşmesi sorunu ortaya çıktı. İnsanların bir araya gelerek anlam üretimini sağlama gereksinimi karşılanmadığı için mutsuzluk ve depresyon gibi yalnızlık hastalıkları, içinde yaşadığımız dünyanın başlıca problemleri arasında gelmeye başladı.
Sonuçta modern insanın yalnızlığı, yine geleneksel zamanlara ait olan cemaatleri, işlevsel biçimde yeniden şekillendirerek yardıma çağırarak çözülmeye başladı. Bu yüzden metropollerde çeşitli alanlardaki cemaatleşmeler (cemaatlerin din temelli olması gerekmez elbette) modernizmin hem sonucu, hem gereği, hem de kısmen bireyselleşmenin çözümü olarak yerini aldı.
Ama kabilecilik biraz farklı. Kabilecilik askeri toplum gibi, köleci toplum gibi, sanayi toplumu gibi tarihin belli bir dönemini temsil eden bir yaşama biçimi. İbni Haldun’a göre, kabileciliğin temeli soy bağına dayanır; ama soydan kasıt biyolojik bir köken değildir. Aynı çıkarlara, aynı inanışa, aynı düşünüşe sahip olmak da iş görür. İşlevsel roller edinerek, yani kabile çıkarlarına uygun davranarak kabileye katılmak mümkün olabilir. Kişi, içinde yeraldığı kabile içinde anlam kazanır, kendine böyle değer kattığını düşünür. Ve, her kabilenin kendi kutsalları, ritüelleri, totemleri ve kendi tanrıları vardır.
Tarihin düzçizgisel olduğu, yani ileriye doğru aktığı varsayılır. İlerlemecilik anlayışı, hele de modernleşmeden sonra, toplumsal olarak sırayla geçilen onca aşamadan sonra, geri gidişin mümkün olmadığını iddia eder. Ama belki de, muhafazakarların, tarihin düzçizgisel değil döngüsel bir hareket izlediği tezi, yabana atılır bir tez değildir. Belki de dünyamız ve elbette Türkiye de, insanlığın medeniyet öncesi dönemlerine dönüyordur.
Bunları anlatıyorum, çünkü toplumumuzdaki gruplaşmaların eski kabile toplumlarından çok da büyük bir farklılık taşımadığını gözlemliyorum artık. Tek başına farklı olmayı seçmek neredeyse delilikle özdeş. Kendine taraftar toplamayı, bu taraftarları mobilize edebilme kabiliyeti oranında, kendi küçük iktidarını kurmayı önemsememek oyun dışı kalmakla aynı şey artık. İnsanlar bir kabileye mensup olmayı, doğru ile yanlışı ayırmanın, haklıyla haksızı, meşru olanla gayri meşruyu görebilmenin tek yolu olduğunu düşündüğü için de kabilelere katılmayı tercih ettiğini söyleyebilir, oysa bu da sadece durumu etik bir kılıfa sarmaktan öteye giden bir gerekçe değil. Çünkü kabilelerin kendi hakikatleri, kendi kararları, kendi kuralları vardır. Bir kabileye mensupsanız, zaten iyi, doğru, etik, meşru anlayışınız kabile anlayışından farklı olamaz, aksi halde o kabileden dışlanırsınız; talimatları yerine getirmediğinizde de dışlanır hatta düşman ilan edilirsiniz. Nitekim kabileler üyelerini denetler, dışlama ve dahil etme mekanizmaları çok etkindir. Aslına bakılırsa, her mürit mensup olduğu kabileyle birlikte batar ya da çıkar; kazanır ya da kaybeder.