Bugün 8 Mart, Kadınlar Günü. Gazetelerde yine şiddet görmüş kadınların haberleri, röportajları var. Geçtiğimiz yıllar, korkunç cinayetlere kurban gitmiş, acımasızca katledilmiş kadınların hikayeleriyle dolu. Aklıma ilkin, mosmor olmuş yüzüyle Ayşe Paşalı geliyor. Bir imdat çığlığı gibi gözüken o dayak yemiş yüz, ardından gelen cinayetin işaret fişeğiydi oysa. Ayşe Paşalı korunamadı… Diğerleri de…
Sırf geçtiğimiz ay 31 kadın öldürüldü, son 10 yılda ise toplamda 2 bin 337 kadın şiddet görerek hayatını kaybetti. Üstelik yıl ölçeğinde verilere bakıldığında, sayının onca kampanya ve farkındalık çalışması nedeniyle azalması gerekirken yılbeyıl arttığı görülüyor; rakamlar kademeli şekilde yükseliyor, buna göre 2008’de 80, 2009’da 109, 2010’da 180, 2011’de 121, 2012’de 201, 2013’te 237, 2014’te 294, 2015’te 303, 2016’da 328, 2017’de 409 ve 2018’de 440 kadın cinayeti işlenmiş. Bu kadınların çoğunun öldürülme sebebi ise, boşanma ya da kendi hayatına dair karar alma isteği olmuş.
Bu vahim durumu AK Parti’nin iktidarına bağlayarak “muhafazakarlaştık, o yüzden oluyor bütün bunlar” diyecek olanlara, ideoloji gözlüklerini çıkartmalarını salık verelim ve bu meselenin zannedildiğinden biraz daha karmaşık olduğunu ifade edelim.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durum, aynı anda bir yandan modern bir yandan da geleneksel olan toplumların modernleşme sürecinde yaşadığı krizin bir yansıması çünkü. Ataerkil ya da geleneksel denilen aile modelinde erkeklerin, kadınlar ve çocuklar üzerinde kurumsal olarak desteklenen bir otoritesi vardır. Bu otoritenin icra edilebilmesi için, ataerkilliğin üretim ve tüketimden siyasete, hukuka ve kültüre, toplum örgütlenmesinin tamamına işlemesi gerekir. Oysa Türkiye hızla modernleşen bir ülke. Bu süreçte aile de, dünyanın diğer modernleşmekte olan ülkelerinde olduğu gibi, sarsılma/kırılma sürecinde.
Artık tüm kadınlar ister ev dışında ücretli emekçi olarak çalışıyor olsun, isterse evde çocuk büyütüyor olsun giderek artan bir şekilde hakları ve eşitlik konusunda bilinçleniyor; sivil toplum kuruluşları kadınların aile ve iş hayatındaki rollerinin iyileştirilmesi gerektiğine yönelik çeşitli kampanyalar yapıyor, muhafazakarından sekülerine medya da bu sürece tüm gücüyle destek veriyor. Medeni Yasa’daki “ailenin reisi erkektir” ibaresi, bundan yıllar önce, 2002 yılında kaldırıldı. Aynı yıl yapılan değişiklik çerçevesinde “kocanın kadın ve çocukların bakımından sorumlu olduğu” ilkesi de yasadan çıkarıldı. Hatta kadının statüsünü yükseltme temelli yasalar o raddeye vardı ki, günümüzde “nafaka erkekleri” adlı bir mağdur grup ortaya çıktı. Artık boşanmış erkeklerden “birkaç ay evli kaldığım kadına neden ömür boyu nafaka ödemek zorundayım” yollu, haklı itirazlar yükseliyor.
Aile içindeki o ataerkil yapı artık kurumsal olarak desteklenmiyor yani. Ama yasalar sihirli değnek anlamına da gelmiyor tabii. Bir yandan kadınlar desteklenirken öte yandan, kadınlara saldıran, tecavüz etmeye kalkışan, onları döven, hatta öldüren erkeklerin kimisi suçsuz bulunarak salıveriliyor, bazısına da neredeyse ödül anlamına gelecek cezalar verilerek kadınlar isyana sürükleniyor. Diyeceğim o ki, bir yanda kadınlar bilinçlenip eşitlik talep ediyor ve hem yasal düzlemde, hem de kurumsal olarak yer yer destek bulurken; öte yandan ataerkil yaklaşımlar da ama mahkemelerde, ama farklı kamusal ve özel alanlarda sürüyor. Bu normlar çatışması anlamına gelir ve adı da krizdir.