Son bir haftayı Cumhurbaşkanlığı tartışmasını, Şanghay ittifakına girme ihtimalimizi ve cinsel istismar tasarısını konuşarak geçirdi Türkiye…
Bunlar arasında Cumhurbaşkanlığı meselesi mühim. Çünkü Türkiye ne zaman Başkanlık sistemini tartışmaya başlayacak olsa, muhalefetin yaygaracı itirazıyla ve “diktatörlük” söylemleriyle durduruldu. Bunu daha önce de yazmıştım; bugüne dek parlamenter sistem defalarca by-pass edildiğinde, Meclis'in yetki ve sorumluluk alanı vesayet altına alındığında, siyasete sivil görünümlü müdahaleler yapıldığında, seçilmişler çalıştırılmadığında, Anayasa Mahkemesi “gözünün üstünde kaşın var” sebebiyle parti kapattığında; ihtiyaç halinde TBMM feshedildiğinde demokrasi kaygısı duymayanlar, Başkanlık konusu her açıldığında “yetkilerin tek elde toplanacağından" sözedip, “peki demokrasi ne olacak?” diye sordu.
Her konusu açıldığında bu fikir öyle büyük bir direniş ve öfkeyle karşılaştı ki, Başkanlık sistemi ne halka anlatılabildi, ne de bu konuda düzgün bir çalışma yapılabildi. Dolayısıyla gündeme her geldiğinde ertelenmek durumunda kalındı.
Öte yandan halihazırda; “halk tarafından seçimle gelmiş bulunan ama resmi yetkileri atanmış gibi olan bir Cumhurbaşkanı ile yürütmenin başındaki Başbakan” gibi iki başlı tuhaf bir sistem var Türkiye'de. İki seçilmişi ve tek parlamentosu olan bir sistemle yönetiliyoruz. Ki o parlamenter sistemin arızalarını, yasama ve yürütme arasındaki kuvvetler ayrılığını sağlamaktan çok uzak olduğunu, hepimiz pekala biliyoruz.
Ama yine de Başkanlık sistemine karşı bir direnç var, zira halk Başkanlık sistemini kendisine anlatılamadığı için bilmiyor, siyaset-ekonomi-sivil toplum elitleri cenahında ise ideolojik nedenlerle Başkanlığa karşı çıkılıyor. Ama işte, Davutoğlu'nun Başbakanlığı bırakma süreci ve öncesinde gördüğümüz üzere, iki başlı bu sistemle de yürümüyor…