İstanbul’un siluetini bozan gökdelenlerle, AVM’lerle, otellerle, plazalarla, kulelerle ilgili çok yazı yazıldı, çok konuşuldu. Ama İstanbul’un ve aslında diğer tüm büyük kentlerimizin şehirleşmeyle ilgili tek problemi bu olmasa gerek. Mesela, son zamanlarda hele de yeni yerleşim birimlerinde görülmeye başlanan ve sayısı günbegün artan siteler…
Öyle ki, şehir, binlerce sitenin bileşiminden oluşmuş devasa bir “güvenlikli site”ye dönüşmek üzere, diye düşünmekteyim. İlçeler, semtler, mahalleler, caddeler, hemen bütün yerleşimler; kah bitişik nizam, kah ayrı duran, birbiri ardı sıra uzanan bitimsiz sitelerden ibaret gibi. Misafir araçların bile kabul edilmediği, sadece mukimlerin içeri girebildiği, üst üste konularak gökyüzüne yükseltilmiş şık tabutları andıran siteler.
Bu sitelerin özelliği ayrıştırma üzerine kurulu olması. İçeridekiyle dışarıdakini ayıran; içeride bulunan konutu satın alabilecek ya da kiralayabilecek imkana sahip olabilenle olamayan arasına çit çeken yapılar bunlar. Bazı mekanlar, oturulması imkansız duvar çıkıntıları gibi ince tasarım hileleriyle savunulurlar; kendilerine has bir tür dikenle korunurlar yani. Oysa günümüz sitelerinde böylesi bir nezaket bile yok, 24 saat kameralarla gözetleme yapan güvenlik kabinleri, içeriyi görmeyi imkansız hale getiren büyük ağaçların hemen önünde bulunan, üstüne tel döşenmiş yüksek duvarlar ve ancak içeriden açılan araç bariyerleri…
Güvenlikli siteler, neredeyse 20 yıl önce Flusty tarafından “asabi mekan” olarak kavramsallaştırılmış ve küreselleşmenin kentlerdeki sonuçlarından biri olarak gösterilmişti. Öte yandan bu durumun isminin veya buna neyin sebep olduğunun çok önemi yok aslında. Bazılarının iddia ettiği gibi güvenlikli sitelerin ortaçağ şatolarının yeni versiyonu olup olmamasının da bir anlamı yok.
Önemli olan şu; küreselleşmenin tektipleştirici etkisi altındaki insanın kentin karmaşasından kaçmak için kendine “kapalı yerleşimler” yapması; statüsünü vurgulayacak ve kendini ötekilerden ayıracak “varoluş adacıkları” kurması da en az küreselleşmenin kendisi kadar klişe oldu artık. Zira yeryüzünün tüm büyük kentleri, kendini özel ve ayrıcalıklı hissetmek isteyen orta-üst sınıfların steril siteleriyle dolu. Seçkinler yalıtımı seçmiş durumda ve bu uğurda canı gönülden bol bol para ödemekteler.
Ama bu durumun birtakım sonuçları var. Birincisi, güvenlikli sitelerin dışında kalan yerlerde yaşayan nüfus, dolaylı olarak tecrit edilmiş oluyor. Ayrı yaşam konusunda tercih hakkına sahip olamayan ve bu yaşamın maliyetini karşılayamayanlar, modern çağın ilk dönemlerindeki gettoların benzerlerinde yaşamaya mahkum oluyor. Gittikleri her yerde “özel mülk” ikaz işaretiyle ve “geçmek yasaktır” imalarıyla karşılaşan yoksullar, ipuçlarını okumayarak yasak bölgeye girme gafletine düştüklerinde ya tutuklanıyor, ya kapı dışarı ediliyor ve ani bir şokla tanışıyorlar.