Geçtiğimiz aylarda yazdığım “Deizm mi Sekülerizm mi” başlıklı yazıda https://www.yenisafak.com/yaza... Türkiye’deki Müslümanların asıl sorununun deist olmak değil, “İslam’ın kurallarını inkar etmeden İslam’ın kuralları yokmuş gibi yaşamaya başlamak” yani sekülerleşmek olduğunu söylemiş, bunun tüm semavi dinler için geçerli olduğunu söylemiştim. Sahiden de, İslam dünyasına baktığımızda gördüklerimiz iç açıcı değil. Eh çoktan çökmüş Katolik kilisesinin durumu ortada, Protestanlık bir kapitalizm meşrulaştırıcısı olarak işlev görüyor. Yahudilerin hem bunca seküler, hem eski ahitleri olduğu düşünülen şeylere kasaplık yapmayı içlerine sindirecek derecede bağlı olması ise ayrı bir tartışmanın konusu.
Sekülerleşme elbette modernizm dönemi ürünü. Ve modernizm dönemi düşünürleri neredeyse açık biçimde din karşıtı söylemlerle dini sosyal hayattan dışlama yolunda yazdılar. Tutarlı, çünkü modernizm zaten “tanrı buyruğundan” kurtulma ve sekülerleşme döneminin adı. Her ne kadar Durkheim dinin toplumun çimentosu olduğunu teslim etse, Weber yeni kapitalizmi dönüştürülmüş Hristiyanlık olarak Protestanlıkla açıklamaya çalışsa da, başta Marx olmak üzere hemen tüm aydınlanma dönemi filozofları dine karşı açık bir dışlama, yok sayma mesafesinde durur. Taşıdıkları şey kibirdir, din bu dönemde demode kılınır, ilerlemeyi engelleyici bir unsur olarak düşünülür ve insanın kendi kararlarıyla ilgili sorumluluk alması ve akıbetine sahip çıkması gerektiği savlanır.
Postmodernizm ise buna, yani modernizmin ikame ettiği seküler dünyaya bir karşı çıkıştır. Ama postmodernizm bunu yaparken Tanrıyı yeniden merkeze oturtmadı, “bilinemezlik” anlayışı gereği, bireyi ve Tanrı’yı iki ayrı kutup olarak ele aldı.
O yüzden postmodern dönemde din, olması gerekenden daha fazla sorumluluk yüklenmiş bireyin dönem dönem sığındığı bir liman olmasından dolayı, yeninden moda olmaya başlamış gibi gözükse de, varlığını ancak bir “rahatlama” ve “meditasyon aracı” olarak sürdürmek zorunda kaldı. Çünkü din, günümüz dünyasında ahlaktan ayrışmış biçimde varlık imkanı bulabildi. Bu anlatımın yansımalarını en bariz şekilde Bauman’da görürüz. Onun tespitlerinde, dinlere değil “ahlak” daha doğrusu “etik” anlayışına yer vardır ve Bauman için günümüzde ahlaklı insanın dindar olması filan gerekmez.
Aslında diyebiliriz ki, tıpkı modern dönem sosyologları gibi günümüz sosyologları da dine karşı ya ilgisiz durumda ve dini analiz konusu olarak bile görmekten imtina eder halde ya da dini ancak fundamentalizm başlığıyla ilişkilendirerek analiz konusu yapıyor gözüküyorlar. Mesela günümüzü en iyi yorumlayanlardan biri olarak bilinen ve o ünlü ağ toplumu teorisini ortaya atan Castells, din konusunu “aşırılık” başlığı altında ele alır ve aşırı dini hareketlerde hem Hristiyan aşırılarından hem de El Kaide gibi İslam etiketi altındaki terör örgütlerinden uzun uzun söz eder.
Gerçi bu kötü örnekleri hızla değişen dünyaya ve din düşmanı moderniteye bir karşı çıkış olarak okur, analizinden şefkati de eksik etmez, ama sonuçta yaptığı dinin sadece bu boyutuna işaret etmektir. Günümüzde dinin yeniden yükselir gibi gözükmesine rağmen, politik yönünü kaybederek suya sabuna dokunmaz, kokmaz bulaşmaz bir ritüel dizisine dönüştüğünden ise pek az kişi söz eder.