Bir süredir muhalefet partilerinin Cumhurbaşkanı adaylarının söylemlerini yakından izliyorum. Ortada tuhaf bir durum var; İyi Parti, Afrin Operasyonu’na karşı olduğunu açıkladı, aynı şekilde tutuklu Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılmasını istedi. Keza CHP’nin adayı Muharrem İnce de, Afrin Operasyonu’nu da yöneten komutanlardan İkinci Ordu Komutanı Korgeneral İsmail Metin Temel’in apoletlerini sökeceğini söyleyerek büyük bir tartışma başlattı. O da aynı şekilde, geçtiğimiz ayın başında Edirne mitinginden hemen önce Selahattin Demirtaş’ı cezaevinde ziyaret etmiş ve miting meydanında yaptığı konuşmada da, Demirtaş’ın serbest bırakılması gerektiğini savunmuştu.
İşin gündelik siyaset tarafında değilim; ama itiraf etmem gerekir ki; dünyanın geldiği, Trump’ın Başkan seçilmesiyle “post-truth” adını alan bu noktada; siyaset kurumunun hem Avrupa’da, hem de ABD’de ancak yurttaşın güvenliğini garanti ettiği ölçüde halktan teveccüh gördüğünü fark etmemek ya da fark etmiyormuş gibi yapmak ilginç geliyor. Bunu siyasetçilerin görmüyor olması bir yana, kendilerini dünya siyasetinin geldiği konum noktasında uyaran politika danışmanları yok mu merak konusu doğrusu.
Trump sonrası dünyaya post-truth denecekse, bugün Türkiye’de muhalif adayların yürüttüğü politikaya da ancak “untruth” diye etiket yapıştırılabilir. Çünkü söylemlere bakınca, toplumun yönelimlerinden ve ihtiyaçlarından tamamen bağımsız bir takım yaklaşımlar ve söylemler demeti görüyor insan sadece, sanki kazanmak için değil de kaybetmek için yarışıyorlar gibi. Bir masal aleminde yaşamak, ötesi değil.
Neden mi? Bir kere, tutuklu olan herkes, sırf tutuklu olmaklığıyla toplumun empatisini, sempatisini peşinen kazanır diye bir kural yok. Terörü destekleyen tüm sözlerini, eylemlerini, parti temsilcilerinin terörist cenazelerine katılmalarını sağlamasını, hatta 6-7 Ekim’deki Kobani çağrısıyla HDP’lileri sokağa dökerek 54 kişinin öldürülmesine neden olmasını geçtim; Selahattin Demirtaş Kurban Bayramı’nda et dağıtan Yasin Börü’nün katledilmesinin hesabını bile veremez. Sonradan Kobani ayaklanmasına “barbarlıktı” diyerek sıyrılması, o gün Murat Karayılan’ın twitterden yaptığı çağrıya destek vererek halkı sokağa çağırdığı gerçeğini değiştirmiyor.
Sınırdışı operasyonlar da, kabak gibi ortadan ikiye ayrılmış olan bu toplumu son zamanlarda bir araya getiren yegane ortak payda oldu. Çünkü sözkonusu olan laisistinden dindarına, ülkücüsünden Kürdüne sokaktaki vatandaşın güvenliğiydi; Türkiye’nin yaptığı sınırdışı operasyonlar; terör olaylarından dolayı her gün can korkusuyla sokağa çıkan, otobüs duraklarında, metrolarda beklerken hergün yanıbaşında bir PKK ya da IŞİD bombası patlar mı diye endişe eden insanların derin bir oh çekmesinin nedeniydi. Operasyonları reddetmenin ya da Başkomutanı alkışladığı için bu operasyonlardan birini başarıyla yönetmiş olan bir Komutan’a “rütbeni sökeceğim” gibi yakışıksız bir dille saldırmanın kimseye oy kazandıracağını sanmadığım gibi varolanı da tehlikeye atabileceğini öngörüyorum doğrusu. İyi kötü ayrımı yapmadan “Erdoğan’ın yaptığı her şeye karşı olmak” gibi bir politikanın, yüzde 50+1’i sağlayacağını da öyle.
Bilen vardır, bilmeyen vardır; söyleyelim: Dünya kamuoyu için güvenlik artık her şeyden daha önemli. Trump da, “post-truth” diye adlandırılacak denli ayrımcılığa ve ırkçılığa varan aşırı güvenlikçi politik söylemleri sayesinde seçim kazandı. Türkiye’de ırkçılık yapılsın demiyor tabi ki kimse, ama sırf sınırlarını ve vatandaşını korumaya çalışan bir ülkenin halkına oy istemek için, “operasyonlardan vazgeçeceğiz” vaadiyle gitmek, “güvenliğinizi sağlamaktan vazgeçeceğiz” şeklinde algılanabilir.