Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alman Focus dergisine vermiş olduğu mülakatta kullandığı ifadeler, bu ülkeye bir parça bile olsa sevgi besleyen, bu toprakları vatanı sayan, kendini buraya ait hisseden herkesi üzdü. O ifadeler şöyleydi: “Maalesef böyle bir havanın gerçekten olduğunu tespit ediyorum. Ben uzun zamandır Türkiye’de şu an hiç kimse için güvenlik garantisi olmadığını, ne can ne de mal güvenliği olduğunu söylüyorum. Tabii ki devlet terör örgütlerinin propagandalarına karşı önlem almalı. Maalesef yasaların geçmediği, adaletin olmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Dünyanın güvenini yeniden sağlamak için Türkiye’nin yine demokrasiye dönmesi gerekir.”
Düşünün ki, bu lafları Alman muhalefetinin lideri Schulz, bir Türk dergisine verdiği röportajda söylüyor ve “Almanya’ya gidecek ya da orada yaşayan Türklerin can ya da mal güvenliğinin olmayacağından” filan bahsediyor. Düşünün ki, Schulz, bu sözleri Türkiye tarafından vatandaşlara “her ne sebeple olursa olsun Almanya’ya gitmeyin” uyarılarının, propagandasının yapıldığı günlerde telaffuz ediyor. Schulz böylesi bir ortamda, öylesi sözleri söylese, kendi ülkesine karşı –sebebi ne olursa olsun- yaptığı hata bağışlanabilir olur muydu? Sorunun cevabı hayır. Ama Türkiye’nin muhalefet lideri Kılıçdaroğlu yaptı, tepkiler yükselince de o sözler, CHP yönetimi tarafından tekzip edildi.
Kılıçdaroğlu’nun o lafları, Türkiye’de zaten az olan turist sayısının daha da düşmesi, memleketin batması, yokolması için söylediğini düşünmüyorum. O’ndan bunu neden yaptığını samimi olarak açıklaması istense, tahminim odur ki, Erdoğan’ın eylemlerinden şikayet edecek ve Batılı yaklaşımı, değerleri, kuralları Türkiye’yi “hizaya getirecek” bir kriter olarak gördüğünü, bu yüzden o şekilde konuştuğunu söyleyecektir. Amacı, kendi ülkesine gelecek turistleri kaçırmak değildi, siyasi iradeyle meselesi vardı ve bunu kendisiyle aynı şekilde düşünen bir başka ülkenin medyasına ifade etti.
BATICILIK MI, BAĞIMSIZLIK MI?
Ama gelinen noktada bu, Batılı değerleri yardıma çağırmak olmadı, basbayağı ülkesini şikayet etmek oldu. Bu tavır da, Atatürkçülüğün ilkelerinden Batıcılığın değil, olsa olsa self-oryantalizmin göstergesi oldu. Çünkü Batıcılık ilkesi eşit bir ilişkiyi ve muhatapla göz hizasından konuşmayı temel alır. Ama Kılıçdaroğlu’nun yaptığı bu değildi, O’nun yaptığı, kendi toplumunu Batılı toplumlardan daha alt bir seviyede gören, kendi toplumunun yaptığı seçimlerden memnun olmayan ve bu memnuniyetsizliği hem ekonomik hem sosyolojik olarak daha üst seviyede gördüğü bir ülkeye yakınarak bildirmek ve çözümü kendi toplumsal dinamiklerinde değil, o üst seviyedeki Batılılar’dan ummaktı. Öyle ki, bu uğurda “yeter ki Erdoğan gitsin, isterse memleket batsın” noktasına gelmiş oldu.
Neden bir başka ülke Türkiye’nin yönetiminin değişmesinde gizli ya da açık bir rol sahibi olsun ki? Neden ABD, Almanya ya da İngiltere darbeye el altından destek verebilsin ki? Türkiye, bunu Almanya’ya, İngiltere’ye, ABD’ye yapabiliyor mu? Onu da bırakın, bu saydığımız ülkelerde asker ya da hukuk darbesi olabiliyor mu? Sorular çok.