Geçtiğimiz Çarşamba (02/08/2017) günü yazdığım “Atatürk Değil, Atatürkçü Görünümlü Şirretler” başlıklı yazıya gelen tepkiler, yazının derdini sahiden anlamış olanlar kadar, önyargılarından kurtulamamış ve yazdığım yazıdan Atatürk düşmanı olduğum sonucunu çıkartacak kadar zihnini köreltmiş insanların da bulunduğunu gösteriyordu.
Sorun yok, bir gazete sütunu aracılığıyla kamuoyunun dikkatine sunulmuş bir makaleyi anlamak üzere okuyacaklar kadar, anlamamak ya da yanlış anlamak üzere kodlanarak okuyacak bir kitle de bulunur. Zira, genellikle çoğumuz bir analizi ya da bilgiyi, ideolojinin ve siyasallaştırmanın eleğinden geçirmeden değerlendirmeye meyilli değilizdir. Neden? Çünkü aksi takdirde ezberlerimiz sarsılır, bizim gibi düşünmeyen ve dünya görüşü bizimkinden çok farklı olan bir kanaat sahibinin doğru konuşmuş olabileceğini kabul etmek zorunda kalırız ki; bu çoğumuzun egosunu incitir, rahatını bozar, canını sıkar. Anlayacağınız önyargı, kafa konforu sağlar. İnsanlar gerçeklik yerine konforu tercih eder.
Bu yüzden Atatürk konusunda, din konusunda, dinin gündelik hayattaki izdüşümleri konusunda yazmak da, konuşmak da her zaman zor olmuştur bu ülkede, çünkü bu konular Cumhuriyet ideolojisinin kapsama alanına girer, bu kapsamdaki her şey aynı zamanda sembolik olarak çatışma nesnesidir, dolayısıyla bu konularda –baskın ideolojiye karşı- yazmaya cüret ettiyseniz, başka koruyucuların yanı sıra, sağlam bir de sinir sisteminizin olması gerekir. Çünkü karşınızda bulacağınız “okuyucu” adlı kitle, mermer gibi yekvücut bir blok olacaktır ve bu kitlenin yukarıda anlattığım nedenlerden dolayı sizi anlama gibi bir kaygısı filan bulunmadığından söyleyeceğiniz her şey size çarpıtılmış olarak geri dönebilecek ve zaman zaman da aynı kitle tarafından linç edilebileceksinizdir…
NİKAH: DEVLET GÖREVLİSİ OLMAN YETMEZ, SEKÜLER DE OLACAKSIN
Ancak güzel ülkemizde, hergün o kadar çok “Bunlar Atatürk’ü de, laikliği de yanlış anlamış” demeye sevkeden hadise yaşanıyor ki, insan sahiden yazmadan edemiyor. Sözgelimi, neredeyse bir haftadır Türkiye, “Müftüler nikah kıysın mı?” tartışmasıyla yatıp kalkıyor. O klasik, “dini gösterenleri gündelik hayattan ve kamusal alandan silme” refleksi. Laisistlere göre, Avrupa’da ya da ABD’de nikahın kilisede kıyılması devletin laiklik ilkesine zarar vermez, zira Batılılar dini devlet işlerinden ayırma görevini ta Fransız Devrimi sırasında, neredeyse 250 yıl önce halletmiştir.
Batı, bu “din sorununu” öylesine köklü biçimde halletmiştir ki üstelik, bugün Kiliseler Avrupa’da Pazar ayinine gidenlere belli miktarda nakit yardım dağıtacak kadar, çıta düşürmek zorunda kalmışlardır. Oysa bizde öyle mi? Bayramda seyranda, Cuma’da Kandil’de ibadet mekanları, camiler dolar taşar. Milletin kahir ekseriyeti hala çok dindardır, başını örter, namazını kılar, gereksiz tartışmalara bile edebinden dolayı itibar etmez, laikliği benimsemiş olsa bile dindarlığından zerre miskal ödün vermez. Bu yüzden Türkiye’de laisistler dini hala tehlikeli buldukları için, kamusal alanda olduğu gibi, devletin varlık alanında da herhangi bir dini uygulamayı görmek istemezler. Onlar, sürekli yasaklamak isterler, yasakladıkça da alttan daha büyük şekilde gelen dip dalgaya çarparlar. Bu döngü hep böyle sürer.