Önceki gün yazdığım yazıda, ABD ile aramızda patlak veren vize krizini değerlendirmiş, ABD’nin milletimize silah sıkmış terör örgütlerini desteklemesini elimiz kolumuz bağlı izlememizi istediği ve bu olmadığında; kızgın bir kovboya dönüşerek çamlar devirmeye başlamasını eleştirmiştim.
Elbette işlerin buraya gelmesi bir günde olmadı. ABD’nin Türkiye ile yaşadığı bu gerilim; Amerikan dış politikasında soğuk savaş sonrası başlayan diplomasi eğiliminin, 11 Eylül’den sonra hoyratlığa dönüşmesiyle de yakından ilgili. En baştan alırsak; Sovyetlerin çöküşü ABD’yi askeri olarak dünyanın süper gücü haline getirmişti. Bu güç sayesinde dünya ABD’nin çıkarlarına göre şekillendi; vaktiyle dünya ekonomisini -yaşı yetenler hatırlar- G-8 ve IMF yoluyla ABD şekillendirirdi. Ancak askeri ve ekonomik olarak süper güç olmak, askeri ve ekonomik güçten daha fazlasını gerektirir. O dönemlerden hatırlanacak “kadife güç” kavramına bu yüzden değinmek gerekir; bu ABD’nin kültürel ürünlerinin bir zorlamaya tabi tutulmaksızın başka kültürlerle kaynaşmasını anlatan bir terimdir. Anlayacağınız ABD’nin temel gücü kültürel ve ideolojik nüfuzdu. Bunlar, askeri ve ekonomik nüfuzun gereksinimleri olarak ortaya çıktı ve öyle işlev gördü.
2003’e kadar olan verilerde ABD’de doktora yapan öğrencilerin yüzde 50’si yabancıydı, onların çoğu da çalışmak için Amerika’da kalmayı tercih ederdi. ABD, her yıl binlerce parlak mühendis ve bilim adamı ithal ederdi. Yaptığı, yumuşak bir soğurma işlemiydi, bu sayede yıllar boyunca dünyanın tek kutbu ve süper gücü olarak kalmayı başardı.
Belki şu an bile ABD’de yaşayan yabancı öğrenci sayısı yüzde ellilerdedir; Hollywood hala çok güçlü bir ideoloji taşıyıcısı olarak işlev görüyor; hala kültürel olarak emperyal. Ama 11 Eylül’den sonra ABD kendini çok savunmasız hissetti ve özgüveninde büyük bir sarsılma oldu. Öyle büyük bir sarsılmaydı ki bu, kadife gücü filan bir kenara bırakıp, kah doğrudan işgal, kah terör örgütlerini kullanarak işgal, kah açığa çıkma ihtimalini göze alarak çevre ülkelerdeki darbeleri desteklemek dahil çeşitli şekillerde kaba kuvvete başvurmaya başladı. 11 Eylül sonrası ABD’nin politikasında niteliksel bir değişim başladı.
Türkiye’nin bugün yüzyüze olduğu vize krizinin tarihini 2003’deki 1 Mart tezkeresinin Meclis’ten geçmemesi, dolayısıyla Türkiye’nin Irak’ın işgalinde ABD’nin başında olduğu koalisyona katılamamasına bağlayanlar var. Doğrudur, 1 Mart ABD ile yeni bir dönemin başlamasına neden oldu. Ama TBMM, 1 Mart’a evet demiş olsaydı; Türkiye ABD’nin Irak’taki hezimetinin hele de Müslüman bir ülke olarak en büyük ortağı olacaktı. Irak’ta 1 milyondan fazla müslümanın öldüğü gözününe alınırsa, 1 Mart tezkeresi geçseydi Türkiye kendine, ortak değerlerine, tarihine ve geleneğine ihanet etmiş konumuna düşecekti.
Üstelik, 11 Eylül saldırısının değil ama, Irak yenilgisinin ABD’nin süper güç olma özelliğini ortadan kaldıran temel başlangıç noktası olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. O iş yani ABD’ye de yaramadı. O günden bugüne ABD Dış Politikası sözkonusu kolektif güvensizlik duygusunden ivme alan siyasi destekle şahinleşti. Perle’lerden tutun Wolfowitz’lere, Cheney’lerden Rice’lara güvenlik politikacıları Bush önderliğinde bir yandan Ortadoğu’nun kutsallarını çizmeleriyle çiğnerken bir yandan da Batılı değerleri savunma adı altında, yabancıları izlemeye, İslam karşıtlığı yapmaya başladılar. İslamı terörle özdeşleştirerek, İslamofobiyi, ayrımcılığı, ırkçılığı uyandırdılar.