Kim söylemişti hatırlamıyorum ama yaz sonu leylekleri göç
ederken görünce yerimden fırlayıp koşmaya, zıplamaya başlıyorum.
Neden mi? Sene boyunca bol bol seyahat edeyim diye…
İşe yarıyor mu ne? Bu hafta da size Londra’dan yazıyorum. Hava buz
gibi ama yine de çok güzel. Londra benim ilk göz ağrım. Çok severim
burayı. “İstanbul’dan başka nerede yaşarsın?” diye sorsalar ilk
“Londra” derim.
Evet, havası pek muhteşem sayılmaz. Genellikle kapalı ve
yağışlıdır. Ayrıca yaşam çok da pahalı. Biz Türklere daha da
pahalı… Her şeyi 5.3 ile çarpıyorsunuz, yani onlara 10 lira olan
şey bize 53 lira.
Trafik desen İstanbul’la yarışamasa da aratmıyor diyebiliriz.
Ama yine de ben çok seviyorum burayı. Buradaki düzeni, parkları.
Keşke İstanbulumuzda da böyle bir sürü büyük, yemyeşil parklar
olsa. Keşke belediyelerimize yeşili, doğayı biraz daha
sevdirebilsek… * * * İnsanın gittiği yerin dilini konuşabilmesi
önemliymiş gerçekten. Yoksa kendinizi oraya ait hissedemiyorsunuz
bir türlü.
Paris’te kalırken daha iyi anladım bunu. İnsanın sokak isimlerini
bile söyleyememesi öyle kötü ki! Oh, şimdi vatanımda gibi
hissediyorum kendimi.
İlk kez, İngilizce öğrenmek için 13 yaşında gelmiştim buraya.
Babamım çok yakın arkadaşı duayen gazeteci Bora Paran ve eşi Feryal
ablam burada yaşadıkları için onların yanında kalmıştım birkaç ay.
Çok güzel gezdirmişlerdi beni, çok güzel ağırlamışlardı. Belki de
onun için çok kanım ısındı buraya, çok sevdim.
Onları ve sohbetlerini çok sevdiğimden her geldiğimde mutlaka
evlerine uğrar, hatırlarını sorarım. Bu sefer uğradığımda Bora abi
geçen haftaki yazıma istinaden, “Ne yaptın öyle kızım? Sen Nehri
için “Çamur akıyor” demişsin. Bitirmişsin Paris’i; bütün
romantikliği gitmiş” diye takıldı.
Neyse ki Londra’ya gönül rahatlı...