Düşünce tarihi boyunca Batı Platformunda, Devlet ve Hukuk Felsefesi ile meşgul olan düşünürler “mülkiyet hakkı”nın, sahibine bir takım görevler mi yükler, yoksa “kemiksiz et” misali tamamen ona külfetten arınık haklar mı bahşeder. Bunu hep tartışmış durmuşlar ve beşeriyetin önüne birbirinden farklı kabulleniş ve yorumlar koymuşlardır. Ama ne yazık ki Batı Bloku , bu süreçte miladî 624 yılında tarihî bir inkılap mahiyetinde bizzat Yaradan tarafından mülkiyet hakkı’nın sahibine yönelik, onun malik sıfatıyla üstlenmiş olduğu sorumluluk ve yerine getirmesi gereken görevlere dair ortaya koymuş olduğu belirlemeler Batı’nın hiç dikkatini çekmemiş. Bu “mutlak belirleme”yi Batı, tamamen görmemezlikten gelmişti.
Mutlak belirlemeyi görmemezlikten gelen Batı'nın kendi cürmüyle geldiği nokta
Batı’da 1632-1704 yılları arasında yaşayan ve “Liberal Anlayışın Babası” olarak bilinen İngiliz Filozof J. Locke, Mülkiyet Hakkı’nı, temel hak ve hürriyetlerinin esası kabul etmiş, böylece Hukuk Felsefesi açısından Kapitalist Üretim Şekli’nin alt yapısının hazırlanmasına öncülük etmişti.
O’na göre Mülkiyet hakkı kutsaldı. Yalnız sahibine yarar sağlayan, sahibi dışında hiç kimsenin ondan fayda sağlayamadığı, kullanamadığı, üzerinde tasarrufta bulunamadığı bir hak idi mülkiyet hakkı. O kadar ki, mülkiyet hakkını elinde bulunduran şahsa vergi dahil, hiçbir zaman kamuya yönelik bir görev yüklenemezdi.
Bu kabullenişin tabii sonucu olarak, mülkiyet hakkını elinde bulunduran şahsa, müşterek huzur ve güvenin karşılanıp toplumsal ihtiyaçların giderilmesine yönelik hiçbir sorumluluk ve görev yüklenemezdi.
Böylece Kapitalist Mülkiyet Anlayışının yüzyılımızda, kartel, tröst ve çok uluslu şirketlere bürünerek tesis etmiş olduğu emperyalist tahakkümün temelleri taa o zaman atılmıştı.