Süleymaniye, Sultanahmet,
Şehzadebaşı... gibi ihtişamlı mabedlerimizi, “filayağı” denen
azametli sütunlar ayakta tutar.
Cemiyetimizi, milletimizi,
devletimizi ayakta tutan da ailedir. Aileyi ayakta tutansa
kadındır. Kadın, evde erkeğinin eşi, çocukların anasıdır. Zor
dönemlerin “çözüm ortağı”dır, doğruyu eğmeden-bükmeden en riyasızca
söyleyendir. Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- “cennet,
anaların ayaklarının altındadır” hadis-i şerifi malumdur. Cemiyet
ve millet hayatının her şeyi olan ailenin temeli nikâhtır. Cennetin
yolunda açılacağı ana, anne, valide olmak nikâhla
başlar.
Bizde gelin, koca evine
gelinlikle giderdi. Nikâhta Peygamberimizle Hazreti Hatice,
Peygamberimizle Hazreti Aişe, Hazreti Ali ile Hazreti Fatıma...
arasındaki ülfet ve muhabbet dilenir, “bir yastıkta kocayın” diye
dua edilir ve genç bir gelin olarak bu eve dâhil olan kadın, sadık
bir eş, fedakâr bir ana olur, istikbale insanlık numunesi evladlar
yetiştirir, gün gelir onların mürüvvetini görür, nene, nine,
büyükanne olur ve düğün gününden seneler ve seneler sonra tabutuna
serilmiş yaşmağıyla cennete yolcu edilirdi…
Bu hayat üslubu, milletçe İslam
medeniyetinin şerefli bir mensubu olduğumuz 10 küsur asırdan bu
yana böyleydi. Hâlen de her şeye rağmen böyle olmak için direnmeye
devam ediyor. Biz, i’layı kelimetullahı şanlı burçlara yükselten
bir imparatorluk çapına bu aile gerçeğiyle, nimetiyle ulaştık. O
çağlarda boşanmak ayıplar ayıbıydı, gelinlikle girilen evden
kefenle çıkmak esas olduğundan her zorluğa sabırla tahammül edilir,
o aile çökmez, o çocuklar mahzun edilmezdi.
O demlerde köylü toplumduk,
elde deste deste diplomalar yoktu. Aile Bakanlıkları da yoktu.
Çünkü buna ihtiyaç yoktu. Ama evlerin kapısında kilit de yoktu.
Aile vardı, muhabbet vardı, yuvayı yapan dişi kuş vardı, akrabalık,
komşuluk vardı. Rehber eserlerde “nikâhsızlık zina; zina, günah-ı
kebairden, büyük; en büyük günahlardandır” diye yazardı. O bizim
temiz hayatlarımızda yabancı bir kadınla yabancı bir erkeğin aynı
çatı altında yaşaması ve buna haysiyetsiz bir cümleyle “düzeyli
beraberlik” denmesi hayal bile edilemezdi.
Bu güzel hayat, bizim ağız
tadımız, gönül huzurumuz, iftiharımız ve öbür cemiyet, millet ve
devletlere karşı en bariz farkımız ve en büyük servetimizdi.
İstikametimizi de cömertliğimizi de cesaretimizi de aile merkezli
bu hayat beslerdi.
Bir gün bir kıvılcımla Paris’te
bir politik ve sosyal yangın çıktı. Bu iklimleri kavuran yangına
“Fransız İhtilali” dendi. Masonlar, onu yıllar süren karanlık oda
çalışmaları ile hazırlamışlardı. Bu ihtilalin türlü serpintileri
bizim topraklarımızı da buldu. O vakitten sonra kendimizden
uzaklaşmaya “Garplılaşma”, Avrupa’ya özenmeye “çağdaşlaşma” dendi.
İman, ibadet, ahlak, medeniyet, örf âdet, haslet ve iffet yani bizi
biz yapan, kalblerde i’layı kelimetullah aşkını, cihad cevherini
yaşatan ne varsa içten ve dıştan yapılan taarruzlarla
itibarsızlaştırmaya başlandı.
Bu arada hayatımıza gazeteler,
mecmualar, Batı döküntüsü romanlar girmişti. Onları misyonlu
filmler takip edecekti. Bunlar ağırlıklı olarak “dönme” denen
dönmemişlerin elindeydi. Hedefe ergenlik yaşındaki kızları
almışlardı. Bunlar yarının anneleriydi. Yayınlarla evlere dinamit
lokumları yerleştirildi. “Kafes ardından kurtarıyoruz” yalanıyla
iffetler çarçur edildi. Derken şehirleştik, derken sanayi ile
tanıştık, oradan elektronik hayata geçtik, sosyal medya ile
televizyonu arkada bıraktık, servetler göz kamaştırıcı oldu, en
uzun muhafazakâr iktidar hayatlarına kavuştuk.
İki asra yakın bir zamanda çok
şey olmuş, çok inkılap ve değişiklikler yaşanmıştı. Lakin ortada
buruk bir yalnızlık vardı. Akrabalık, komşuluk, sadakat, merhamet
hızla aşınıyordu. Herkes yüksek lisanslı, çok genç doktoralıydı ama
evlenmeler ihmale uğruyordu. Cemiyetimiz “çekirdek aile” denen bir
illete tutulmuştu.
Orada da kalınmadı; ayıplar
ayıbı boşanma, kapıları çalar oldu. Dedelerimizde, ninelerimizde,
ana-babalarımızda 60 seneye varan hayat arkadaşlıkları, 60 günde
eskitilmeye başlandı. Şimdi ayaklar cennete yönelmekten ziyade
üstünde durmak içindi.
Fransız İhtilali
serpintileriyle başlayarak “Avrupalılaşma”, “Garplılaşma”
iddialarıyla devam eden “avdetî/dönme” denen dönmemişlerin
basın-yayın, etkinlikleriyle büyüyen yıkım ve yozlaşma, bizim biz
olmamızdan uzaklaşma süreci, en nihayet zinanın önce kanunen suç
olmaktan çıkarılmasına ve sonunda “düzeyli birlikteliğin” de sanki
aile hayatıymış gibi hoşgörüyle karşılanmasına kadar
geldi.
Şimdilerde hiç gerek de yokken
Türkçülük tartışılıyor.
Biz, kendimiz olmadıktan,
Türk’ü Türk yapan asalet ve hasletlerden uzağa düştükten, kimyamızı
kaybettikten, özümüze yabancılaştıktan sonra adımızın ne önemi var?
Bulgarlar da Türk asıllı. En Turancı kavim
Macarlardır.
Bugün kızlarımız -maalesef-
tehlikede. Her aidiyetten olanıyla birlikte yozlaşma, dehşet verici
çapta. Kızlarımız, tehlikede olunca ana olmak tehlikede demektir.
Mübarek analık tehlikede olunca aile tehlikeye düşer. Aile
tehlikeye düşünce de cemiyet, millet ve devlet
tehlikededir.
Telaffuzu çok zor ama haber
vermek zorundayız. Aile, çöküşte. Eğer bu görülemiyorsa neme
lazımcılıktandır. Şu gericiler de olmasa çöküş daha hızlı olacak.
İyi ki Cemil Meriç merhumun sözüyle “murdar bir hâlden muhteşem bir
maziye kanatlanmak gericilikse her namuslu insan gericidir!” diyen
vatanın öz mayası inanç sahipleri var.
Herkes, bu tehdidi görmeli ve
aklına koymalı ki:
Aile çökerse
Devlet yıkılır.
Ne Süleymaniye ve ne de diğer
Selatin-i Osmaniye Camileri, filayakları çöktüğünde ayakta
kalabilir.