Bir makama gelen sanır ki bütün
iyilik yaptığı insanlar ona sâdıktır, vefâlıdır, dar ve zor
zamanında yanında yer alır. Ne var ki bir zaman sonra bunların tam
aksini yaşar. İşbaşındaki idareci, bu değişmez kaideyi bilir fakat
buna rağmen önünde el pençe divan duranları, dostlarına tercih
eder. Hâlbuki onların çoğu, dün kendisini küçümsemiş, hakaret
etmiş, çekiştirmişti. Nitekim değişmemişlerdir; fırsatı bulunca
taşıdıkları hıncın gereğini yaparlar.
İnsanın hakiki ve samimi dostları
ancak bir elin parmakları kadardır. Ancak; insan, işbaşına gelince
iyi gün dostları, riyakârlar ve çıkarcılar tarafından etrafı
sarılır, hakiki ve samimi dostlar uzağa düşerler. Zaten doğruyu
söylediği için onların sözleri, çok da hoşa gitmez. Zira dostların
yerini alan dost taklitçisi şaklabanlar, onu neredeyse yanılmaz
olduğuna inandırmışlardır.
Julius Caesar, Roma
Cumhuriyeti’nin namlı lideri, yazar ve meşhur bir tarihî simadır.
Senatonun yetkilerini kısıtladığı gerekçesiyle senatörler, MÖ 15
Mart 44’te senatoda kendisine bir suikast düzenleyerek canına
kastedip öldürürler. Birçok suikastçı saldırgan vardır. Onlardan
biri de Jül Sezar’ın evlatlık edindiği Marcus Junius Brutus’tur.
Sezar, yerde kanlar içindeyken son nefesini vermeden onu görünce
gayrı ihtiyari şöyle der “sen de mi Brütüs!’’ Bu hükümdar, Roma’yı
idare etmiş, ancak Brütüs’ün karakterini
okuyamamıştır.
Başvekil Adnan Menderes, 10
yıllık başarılı icraatıyla ülkeyi geri kalmışlıktan ‘’kalkınmakta
olan ülke’’ derecesine yükselten insandır. Onun kabinesindeki
bakanlardan biri de Ethem Menderes’tir. Bu insan, Menderes
ailesinde yetişmiş ve kendi soy isimlerini verdikleri bir kimsedir.
Alıp, okutup, yetiştirip bakanlığa kadar taşıdıkları Ethem
Menderes, Yassıada yargılamalarında Adnan Menderes’i müdafaa
etmedi, lehine konuşmadı. Bu acı hâli herhâlde Hazreti Ali’nin şu
sözü en güzel şekilde açıklamaktadır:
Hazreti Ali’ye bir gün “filan
kimse sizin aleyhinize konuşuyor’’ derler. ‘’Nasıl olur? Ben ona
iyilik yapmamıştım ki!’’ diye karşılık verirler. Bir gün de yakın
dostları, ‘’sizden önceki halifeler zamanında bu kargaşa yoktu,
şimdi niye var?’’ derler. Buyurdukları cevap, muhteşemdir:
‘’Onların müşaviri bendim, benim müşavirim
sizlersiniz’’.
Konstantiniyye fethedilip
İstanbul olduktan sonra ilk ölüm cezası, sadrazam Çandarlı Halil
Paşa’nın idam edilmesidir. Şanlı Peygamberin -aleyhisselam-fethe
dair muştusu varken sadrazamın kuşatma esnasındaki muhalif tavrı,
fetihten sonra Fatih tarafından idamla
cezalandırılmıştır.
Kırım, Osmalıda yarı muhtar bir
idari hanlıktır. Kırım hanları ordunun sefere çıkmasında asker
vermekle mükelleflerdi. II. Viyana Kuşatmasında Kırım Hanı Murat
Giray’a düşmanın geçeceği bir geçidi tutma vazifesi verilir. Ancak
düşman ordusu gelince bu han, şu sözlerle Osmanlıya da kendi ırkına
da dinine de istikbale de ihanet eder. “Düşmana yol verelim ki
Osmanlı kıymetimizi anlasın!’’ Böylece 12 Eylül 1683’te tarih ve
talih aleyhimize döner. Hâlâ kendimizi toparlayamadık.
Sultan Abdülhamid Han “Toplantı
bitince nazırların yarısı İngiliz, yarısı Fransız sefaretine
gidiyorlar’’ der. Tabiî bunu haber vererek izin alarak
yapmıyorlardı. Sadrazam Midhat Paşa’nın Abdülaziz Han’ın
öldürülmesiyle alâkalı olarak mahkemeye dâvet edilince İzmir’de
Fransız konsolosluğuna sığınması ise bu ‘’hürriyet kahramanı’’ için
tam bir utanç vesikasıdır.
Turgut Özal’ın şu sözleri, derin
bir pişmanlığın ifadesidir:
-Mesut’u partinin başına
getirmem, Semra’yı ilin başına getirmem, siyasette vefa olduğunu
sanmam, benim üç hatamdır.
Hasan Celal Güzel, dobra
konuştuğu için onu değil, Kenan Evren’in tavsiye ettiği Alman
ekolünden Mesut Yılmaz’ı başbakan, etrafı ‘’papatyalar’’ denen
aşağılık, menfaatçi, sosyete bozuntusu kadınlar tarafından çevrili
eşi Semra Özal’ı da insan kıtlığı varmış gibi ANAP İstanbul il
başkanı yapmıştı…
Cumhurbaşkanı olup Çankaya’ya
çıkınca yalnızlığa mahkûm oldu. Başbakan yaptığı insanlar bile
telefonuna çıkmıyordu. Bu yüzden yeni parti kurma hazırlığındaydı.
Tam o sırada şüpheli bir şekilde öldü veya öldürüldü.
Bu bahiste anlatacak çok şey var.
Çoğu çok kimse tarafından bilinmekte. Ne var ki bilindiği hâlde
riayet edilmediği için tarih tekerrür etmekte. Bilgi uygulanırsa
yerini bulur. Mevzuu, kölelikten devlet adamlığına yükselip Emevi
Devleti’ni yıkarak Abbasi Devleti’nin kurulmasına vesile olan ancak
kendisi de bir suikastla can veren efsane isim Ebu Müslim
Abdurrahman bin Müslim el Horasanî, çok güzel şekilde hülasa
etmektedir:
-Onlar, zarar gelmeyeceğinden
emin oldukları için dostlarını kendilerinden uzak tuttular.
Düşmanlarını ise kazanmak için yakınlarına aldılar. Yakınlarına
aldıkları düşmanlar, dost olmadı. Uzaklaştırılan dostlar da düşman
oldular. Herkes düşman olunca da yıkılmaları kaçınılmaz
oldu.
İnsanları idare etmek, razı
etmek, memnun etmek çok zordur. Kırk gün iyilik gören bir gün bir
yanlışlık gördüğünde düşman kesilir. Bundan olsa gerek ki İmam-ı
âzâm ebu Hanife Numân bin Sabit, bir dâhi ve Hanefi mezhebini
kurucusu iken, kırbaç altında şehit olmaya razı oldu ama
idareciliği kabul etmedi.
Gelen-gidenin çokluğu üzerine
Seyyid Abdülkadiri Geylani hazretlerinin genç bir öğrencisi, hayret
ve hayranlığını gizleyemez “Efendim, ne kadar çok seveniniz var!’’
Gavs-ı âzâm, şu veciz ve pırlantadan cevabı verirler:
-Evlâdım; insanlar, bugün sever,
yarın söverler; Allah seviyor mu? Sen onu haber ver!
Mehmet Akif de hayıflanmasını
mısralarla dile getirmiş:
Geçmişten adam hisse
kaparmış
Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse
mi verdi?
Tarih’i tekerrür diye tarif
ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü
ederdi?