Kanunî’ye “Muhteşem Süleyman” unvanını Müslümanlar
değil, haçlı dünyası vermişti. Bu unvan bir hayranlığın
neticesiydi. Çünkü bu Padişah da kudretli selefleri gibi Avrupa’da
hükümdar azledip, hükümdar nasbediyordu.
Saray’dan itibaren bozulmalar başlayıp da bu
bozulma, askerden akçeye, cemiyete kadar sirayet edince, dün
efendisi olduğu dünyadan borç alma mecburiyeti hasıl oldu. Bu defa
aynı haçlı dünya, sultanının şahsında “muhteşem” dediği devlete
“hasta adam” yakıştırmasını yaptı.
Haçlı dünyası aşağılayıp horladıkça bu taraf ona
benzemeye çalışıyor, ona özeniyordu. Bunun adı “Avrupalılaşma”, “
Garplılaşma”, “Batılılaşma”, “çağdaşlaşma”ydı. Onun gibi olmak
isteniyordu. Mankurtlar böyle yetiştirilmişti.
Devleti devlet yapan, milleti millet olarak ayakta
tutan kanundan sosyal hayata, ilme kadar ne varsa terk edip onlara
benzeme hastalığına yakalanmıştı. Artık mağdur, katiline âşıktı.
Devlet protokolünde bir numaralı cami bile hatırlarına müze
yapıldı. İslamiyeti terk edip Hıristiyanlığı almak dahi ciddi ciddi
tartışıldı.
Haçlı dünyası, etlerini çimdikliyor, rüyada olup
olmadığını anlamaya çalışıyordu. Üç kıtadan sürüp, açık hava
hapishanesine mahkûm edercesine Anadolu’ya kapattığı o muhteşem
millet, şimdi kendisine benzemenin peşindeydi. Öyle ise bu milletin
mayo giyinip güzellik yarışmasına katılan bir ferdini yarıştırmak
olur muydu?