O yıllar, yirmi dört saat içinde
20-25 gencin katledildiği kara günlerdi. Şiddetli şekilde sol-sağ
kavgaları yapılıyordu. Aslında herkes, durduğu yerden Türkiye’yi
kolluyordu ama bunun böyle anlaşılması Basra harap olduktan çok
seneler sonra anlaşılacaktı.
O kargaşada kamplara ayrılmış
gençler, birbiriyle konuşmadıkları için peşin hükümle diğer tarafı
hain ve düşman sayıyordu. Bir taraf için diğer taraf komünist,
diğer taraf içinse beri taraf faşistti. Bunlar 20’li yaşların
kanları damarlarına sığmayan gençleriydi. Nesildaşlarının öne
çıkanlarıydı. Devlet, bu enerjiyi memleket hayrına dönüştüremeyince
vaziyetten istifade edip Pentagon’un buyruğuyla darbe yapan cunta,
onları beslemeyip bir sağdan bir soldan darağaçlarına
yolladı.
Hâlbuki bu gençler, gerçekten
“demokratik tam bağımsız Türkiye” veya “bütün Türkler bir ordu,
katılmayan kaçaktır!” diyordu. İlk sözü söyleyenler solcu, yani
diğer gençlere göre komünist, ikinci sözü söyleyenlerse ülkücü yani
öbür gençlere göre faşistti.
Bugün Türk Keneşi, bir anlamda
bütün Türkleri bir ordu sayan görüştür. Bu sözlerin slogan olarak
sokaklarda yükseldiği senelerde daha SSCB olanca ceberutluğuyla
mevcuttu ve bütün Türk illeri Kafdağı’nın ardındaydı.
Keza bugün iktidar ve her
vatanseverin peşinde olduğu tam bağımsız Türkiye’dir.
Hazindir ki hakikatler, en erken
yarım asır sonra fark ediliyor. O güne kadarsa insan maddi ve
manevi varlıklar hesap edilmeyecek denli ziyan oluyor.
Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin
Osmanlının ve tabiatıyla Devlet-i Ebed Müddet’in günümüzdeki devamı
olduğunun kabulü için bir asrın arkada kalması gerekiyordu. Yeni
devlete öncülük edenlerin Osmanlı Paşalarıyla devlet adamlarının
olduğu gerçeği bile sancılı yıllardan sonra kabul edildi. Kaldı ki
bugün olmuş bazı okur-yazarlar, hâlâ Osmanlı düşmanıdır, hâlâ
Türkiye Cumhuriyeti’nin Devlet-i Aliyye i Osmaniyye’nin devamı
olduğunu kabul etmezler. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradenin bir
parti değil, TBMM olduğu gerçeği ise henüz herkes tarafından idrak
edilememiştir.
1969-70’ti. İstanbul Hukuk
Fakültesi’nin birinci sınıfındaydık. O yıllarda saldırgan bakışlı,
süpürge bıyıklı, yeşil askerî montlu, asker potinli, belinde silah
taşıyan solcu gençler, sınıfları basar, hocayı dışarı çıkartır,
kapıları kilitler ve attıkları nutuklarla üniversiteye yeni
başlamış talebenin beynini yıkamak isterlerdi.
Bir gün büyük amfideydik. Birden
kapı açıldı. Bahsettiğimiz tipte bir sürü solcu yahut kendi
deyimleriyle ilerici-devrimci genç sınıfa doldular. Hoca, dışarıya
gönderilirken bir kişi kürsüye geçti. Kapı içeriden kilitlendi.
Baskıncıları, tehditkâr bakışlarla karşımıza dizildiler. Kürsüdeki
militan, işçi-köylü iktidarı, sürekli devrim gibi laflar ettikten
sonra aynen şöyle dedi:
-Bizim tarihimiz, 1923’ten
başlar!
Kastından mı, cahilliğinden mi,
samimiyetinden mi böyle dediğini bilmiyoruz.
Ancak şu gün olmuş tarihimizi
hâlâ 1923’ten başlatanlar var. Bunlar saf, aklı bir şeye ermez,
tahsili-diploması olmayan vatandaşlar değil. Güya Atatürkçü,
sözümona çağdaş, uygar ve ilericiler. Atatürkçülüğü sanki paralel
bir din gibi sunup pazarlayan böyleleri için biz daha evvel hiç
yoktuk, 1923’te nevzuhur bir biçimde ortaya çıktık. ‘23 öncesinin
ilim, irfan, medeniyet, edebiyat, askerlik, coğrafya ve daha ne
varsa hiçbir zenginlikle alakamız yoktur. Bu sebeple Suriye’den
bize ne, Filistin’den bize ne?
Oysa 1856 Kırım, 1878 Türk-Rus,
1913 Balkan, 1914-18 Birinci Cihan Harplerinden sonra Balkanlardan,
Kafkaslardan, Adalardan, Irak, Suriye, Filistin, Arabistan, Yemen
ve Kuzey Afrika’dan milyonlar anavatana aktı. Hem Osmanlı ve hem de
Cumhuriyet Hükûmetleri, gelen nüfusu, belli bir plan çerçevesinde
muhtelif vilayetlere iskân ettiler. Bunu 1923 nüfus mübadelesi ve
1950’lerdeki anlaşmalı göçler takip etti.