Kanunları veya şeriatin yasaklarını ihlal edeni cezalandırma
yetkisi ancak hukukla mümkündür. Hem şeriatte ve hem de seküler
hukuk sisteminde bir kişi, vereceği şahsi kararla bir başka kişinin
hürriyetine, canına, malına, ailesine zarar veremez. Suç veya haram
işlediğine inandığı kimse veya kimseleri yaralayamaz ve öldüremez.
Hatta bunu birinden cebir ve şiddet görmüş olan mağdur da yapamaz.
Buna hukukta "ihkak-ı hak", hukuku bir kenara iterek adaleti bizzat
temin etmeye kalkışmak denir ki bu dahi cezalandırılır. Zira hukuk
değil, öfke ve intikam devrede olmuş olur.
Hukuk ihlal edilmişse bunun nerede başlayıp nerede bittiğini,
cezasının ne olması gerektiğine mahkeme karar verir. Aksi hâlde bir
kimse, "şu günah işledi", "bu suç işledi" diyerek bir başkasını
cezalandırmaya kalkışırsa orada amme intizamı, kamu düzeni kalmaz,
kargaşa ve başıboşluk hüküm sürer.
Görüldüğü gibi hem şeriatte ve hem de yürürlükteki hukukta kimse
durumdan vazife çıkartma salahiyetine sahip değildir. Bir fiilin
günah olup-olmadığı, o kimsenin akıl sağlığı, yaşı, dini
mensubiyeti, fiilin açık mekân veya kapalı mekânda mı işlendiği
gibi şartlarla belli olur. Adalet, kılı kırk yararak tecelli eder.
Bir hâkim bile bir zanlıya karşı kalbinde zerre kadar bir muğberlik
duyuyorsa önündeki dâvâya bakamaz.
İnsanı Allah yaratmıştır, cezasını da Allah verir veya affeder.
Devletin koyduğu kanunları ihlal edenleri de mahkemeler,
cezalandırır. Kaldı ki hem şeriat hukukunda ve hem de mevcut ceza
hukukunda suçlar tasnif edilmiştir. Cezalar bellidir. Her suçun
karşılığı ölüm değildir.