Vakıflar, Erhame’r rahiminin/merhametlilerin en merhametlisinin vahyine dayanan Merhamet Medeniyetimizin asırları aşıp gelen şefkat ırmaklarıdır.
Vakıf, her şeyimizi O’na borçlu olduğumuz Sevgili Peygamberimizle -aleyhisselam- başladı. O kutlu bidayet; bu hayr ve iyilik hareketi, kıyamete dek biteviye devam edecektir. Her alanda olduğu gibi vakıf an’anesi de Asr-ı Saadet’ten sonra en zirve değerini Devlet-i ali Osman’da bulmuştur. “Osmanlı çağı, bir vakıf hayatıdır” demek ne mübalağa olur ve ne de hilaf-ı hakikat bir söz. Yalnızca hakkı teslim ve gerçeği ifade olur. Zira Selçuklu ve bilhassa Osmanlı ceddimizin hayatı, tam bir vakıf hayatıdır, sivil hayattır. Her şey, irade-i cüz’iyyenin irade-i külliyeye mutlak mutabakatına ayarlıdır. Tek düşünce, kullara iyilik yaparak, Kâinatın Efendisinin sevgisine ve Allah’ın rızasına kavuşmak ve böylece amel defterini kapatmamaktır. O geçmiş güzel insanlar, bir an olsun kefenin cebi olmadığı hakikatini hatırlarından çıkarmamış ve bu şuurla da daima ölüm ve sonrasını düşünerek vakıf eserler bırakmışlardır. Merhamet Medeniyetimizde bencillik değil diğerkamlık vardır. Hayat, ben değil; biz merkezlidir. Paylaşmak esastır. Öyle ki İstanbul’un yüzde 65’i vakıftı. Kıbrıs adasının tamamı vakıftır. Bunun gibi medeniyet iklimimizin her cihetinde daha nice şehir; hatta belki de devlet külliyen vakıf malıdır. Bir mülk vakfedildikten sonra onun sahibi artık ancak ve yalnız Allahü tealadır. Son asır içinde iki yakamızın bir araya gelmemesi ve yaşadığımız coğrafyanın huzura hasret kalmasının asıl sebebi vakıf mülklerinin maruz kaldığı hoyratlıktır diye düşünülse böyle düşünen çok da yanılmış olmaz. Vakıf bırakan kimseye “vaakıf” denir ki “vakfeden” demektir. Atalarımız, insanın gündelik yahut dünyevi veya uhrevi hayatına dair evlilikten, sokakların temizliğine kadar yüzler...