Biz kendi asal geleneğimizden (tradisyon) tümüyle kopup ayrıldığımız için, bu gün gelenek kelimesi bize fazla bir şey söylemiyor olabilir.
Gelenek denildiğinde geçmişimizi 1923’ten başlatırsak, bu yakın geçmiş içinde gelenekle ilgili ne bulabiliriz? Olsa olsa o günden bu yana gelen yılların karmaşasını, kargaşasını buluruz. Bu karmaşa ve kargaşa ise, icat edilmiş bir vakadır. Bu demektir ki o kargaşa ve karmaşa, kendi çözümünü kendi içinden hâsıl etmeye muktedir değildir.
Oysa temel bir geleneğin süreği olarak ortaya çıkmış olan bir karmaşa ve kargaşa, kendi çözümünü içsel yapısından söküp çıkarabilir.
Bu ülkenin asal geleneği İslam’dır. Ancak biz İslam’dan tümüyle koptuğumuz, kopartıldığımız için, süregelmekte olan kargaşanın, karmaşanın çözümünü onda aramayı ve onda bulmayı aklımıza bile getirmiyoruz. İslam’ın gerek dâhili siyasada, gerekse uluslararası alanda işimize yarayabilecek ilkeleri var mıdır sorusu bile akla gelmiyor. Sormuyoruz ve soramıyoruz, çünkü sormak için bilmek gerekir.
İslam’ın dâhili siyasada olsun, uluslararası alanda olsun öngördüğü ilkelere günümüzün hiçbir demokrasisinde henüz ulaşılmamıştır. Onun öngördüğü barış düzeni ve düzlemi, günümüzün ulusalcı demokrasilerinin mahiyeti icabı ulaşamayacakları bir uzak erimde yerini alıyor.
Günümüzün sınıflı ve ayrımcı Batı telakki tarzının ve son tahlilde ulusalcı tutumun ürünü olan demokrasisi, istese de istemese de ayrımcı bir karakter taşıyor. Onun bu karakteri hem ulusal düzlemde, hem uluslararası alanda ister istemez ayrımcı, ayrılıkçı ve son tahlilde ırkçı bir anlayışa geçit veriyor.