Okuma deyince aklıma kralın Arşimet’e tacına altından başka madenin karıştırılıp karıştırılmadığını açığa çıkarmak üzere verdiği problem gelir. Olay biliniyor: zamanın kralı kuyumcuya belli ağırlıkta altın vererek bir taç yapmasını ister. Kuyumcu olağanüstü güzellikte bir taç yapıp krala teslim eder. Kral tacın güzelliğine meftun olur, fakat kuyumcunun altından çaldığı kuşkusundadır. Arşimet’i çağırır ona şu görevi verir. “İncele bakalım, benim verdiğim altından çalınmış mı? Fakat tacın biçimini bozma, onu olduğu gibi bırak!”
Arşimet bu zor işin üstesinden nasıl gelecek? Taca dokunmadan kralın talimatı nasıl yerine getirilebilir?
Okunması istenen gerçeklik (ve tabii ki problem) nesnenin, insan ilişkilerinin, tacın içinde duruyor. Onu okumanın (o problemi çözmenin) envaı çeşit yöntemi vardır belki. Ancak kral her okumaya izin vermiyor. Taca dokunulmamasını istiyor.
Dışımızdaki doğanın okunması da aynen böyledir. Dışımızdaki doğayı Aristo bir çeşit okudu. Kopernik, Kepler bir çeşit okudu. Galileo, Newton başka türlü okudu. Einstein herkesten daha başka türlü okudu. Kim bilir daha hangi okuma yöntemleriyle tanışacak insanoğlu?
Toplumsal ve insani ilişkilerin de okuma biçimleri var: tarih, sosyoloji, coğrafya, hukuk, ekonomi vb. farklı okuma yöntemleriyle yaklaşır söz konusu ilişkilere. Felsefenin okuma biçimi daha başkadır. Tarih boyunca filozofların okuma biçiminin ardı arası kesilmez. Marx ne diyordu: “Filozoflar şimdiye kadar dünyayı yorumlamaya çalıştılar. Oysa önemli olan onu değiştirmektir.” Son tahlilde bu da bir okuma biçimi değil miydi?
Tarih okumalarımızdaki ihtilâf tam da bu okuma biçimindeki yöntem farkından doğmuyor mu? Birileri birilerini seviyor ya da ondan nefret ediyor. Sevenlerle nefret edenlerin okuması farklılaşıyor.