Edwin Hubble’nin 1929’ da kanıtladığı “genişleyen evren” konusu, değişik bakış açılarından insanlığın çok eski zamanlardan bu yana kafa yorduğu bir konuydu. Heraklitos, aynı nehrin, aynı yerinde, aynı suyla iki kez yıkanamayacağımızı söyleyerek, değişmenin mutlak bir gerçek olduğunu anlatmış, “Aynı nehre girenlerin üzerinden farklı sular akar” demişti.
Mevlana, “Her gün bir yere gitmek ne güzel / Her gün bir yere konmak ne hoş / Bulanmadan donmadan akmak ne iyi / Dünle beraber gitti düne ait ne varsa cancağımız / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” diyerek, mutlak değişmeye uyum için yeninin peşinden koşmanın önemini anlatmıştı.
Giderek hızlanan değişmeler karşısında yılgınlık göstermememiz için ünlü uzay bilgini Carl Sagan, “Evrende hiç bir şey değişmese, her şey sabit olsaydı, bilim olmazdı. Evren hiç anlaşılmayacak kadar karmaşık ve kaos içinde olsaydı yine bilim olmazdı” diye uyarmış; geleceğin öngörülmesi ve önlem alınabilmesinin en etkin aracının “bilim” olduğunu söylemişti.
Değişmelerin hızını bahane ederek hiçbirimizin edilgen bir tutum benimseme hakkı yok. Her zaman olduğu gibi, içinden geçtiğimiz bugünkü süreçte de yakınanların hayata teslim olup yitereceklerini; yekinerek sorunların üzerine gidenlerin kazanacaklarını bilmeliyiz. İşte tam da bu nedenle, toplumların geleceğini inşa etmek için plan yapma bilincine ve maharetine her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Kalkınma yarışında bir yerlere ulaşabilmek için, deneyimli ve birikimli inanlar yaygın biçimde kalkınmanın dört adımına işaret ediyor:
1) Bir toplumun insanları, önyargılarını, yerleşik doğrularını, kör ve katı inançlarını kırmadan; Bernard Lewis’in anlatımıyla “Samimiyetsiz önyargı ve samimi cehaleti” aşmadan, ezberleri bozmadan, özgür ve özgün düşünme iklimi yaratmadan kalkınma yarışında bir yere varılamıyor.