1950 yılından itibaren kurumsallaşmaya başlayan Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütün yapılanmalarına, gelişen değişim ve dönüşüm süreçlerine biraz göz atalım.
Adnan Menderes’ten başlayan, milletin iradesiyle tecelli olan iktidar dönemi 10 yıllık bir süreç içerisinde toplumun beklentilerini karşılayacak, devlet gücü için değil millet gücü için çalışan bir anlayışla hizmeti bu topluma yaşatmıştır.
1960 Cunta Hareketinden sonra elindeki vesayet gücünü, bürokratik oligarşik yapısını kaptırmak istemeyen devletin azimli, kudretli(!) ve bu ülkenin sahibi olduğunu hisseden dönemin burjuvazi güçleri 10 yıllık aradan sonra yine makam ve saltanatlarını geri almışlardı. 1970 ve 1980 yılları arası kaotik ortam, sağcılık solculuk, adamcılık, mezhepçilik üzerine şekillendiğinden dolayı devletin bütün kurumları zafiyet içerisinde yalnızca belli bir azınlığa hizmet vermekteydi.
1980 ve 1990 yılları arasında terörün hortladığını, halkın ve devletin yoksulluk noktasına sürüklendiğini görüyoruz. Devlet kurumlarının işlevsiz hale getirilmesi için referans üzerinden iş bitirenlerin, dost ve ahbap ilişkilerinden kaynaklanan ayrımcılığın, adam kayırmacılığın zirvesini görüyoruz. Karanlık odakların bölgesel hâkimiyet içerisinde devletin bütün makamlarını kendilerine çıkar ve menfaat üzerine örgütlemesi, solcuların kamuda kendilerine oluşturdukları alanlardaki (Maliye Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Adalet Bakanlığı vb.) etkisi, silahlı kuvvetlerin içerisindeki bazı yapılanmalar had safhada… Buraları her türlü bilgi sızdırmalarıyla birer adamcılık merkezine çevirmişlerdi. Bunun yanında önemli bazı STK’lar da balans ayarları üzerine kullanılmaktaydı. Birkaç işçi sendikası, birkaç oda ve birliği, bu kuruluşların önemli açıklarını kapatmaktaydı.
Öbür yandan liberal veya muhafazakâr diye geçinen Türkiye, neredeyse devletin bütün kurumlarına sahip olmasına rağmen elleri kolları bağlı ve bu ülkede bürokratik eylem planlamasının devlet kurumlarını nasıl işlevsiz hale getirildiğini seyretmekle yetiniyor…