"İfrat ve tefrit" davranışlarımızı belirleyen kavram. Buna aşırı gitme, aşırı geri kalma da diyebiliriz. Özellikle aydınlarımıza ve siyasetçilerimize yakışan bir söylem. Gençlik yıllarında dış ittifaklara ve kuruluşlara böyle bakar, rahatlardık. Zamanla gördük ki, "kazın ayağı öyle değilmiş." Meğer her mesele gibi dış meseleler de, çok boyutluymuş.
Dünyamızda insanlık, milletler ve devletler, kendi başına ve sadece kendi kurallarıyla yaşayamıyor. Bunun için dünyamızı yaşanabilir kılmak için devletler, çeşitli kurumlar ve ittifaklar tesis etmektedirler. Bunların başında Birleşmiş Milletler (BM) geliyor. Dünya düzeninin kurallarını koyan BM Sözleşmesi/Anayasası, devletli milletler tarafından meydana getirilmiş ve geliştirilmektedir. Bunu Avrupa Konseyi (AK), AİHS, NATO, AB, DTÖ gibi teşkilatlar takip etti. Bu düzenlemelere rağmen dünyamızı savaştan, terörden, insanlığa karşı işlenen suçlardan korumak; istenen ölçülerde barışa, güvenliğe, istikrara, hukuka ve demokrasiyi kavuşturmak mümkün olmadı. Ancak, daha iyisini buluncaya kadar mevcut sözleşmeler ve ittifaklar düzenini ıslah ederek yaşatmaya gayret etmeye mecburuz. Zira mesele, kuralı koyanların, kuralı ihlâl etmesinden kaynaklanmaktadır; işimiz zordur.
Meselenin birinci önemli boyutu budur. İkinci boyutu ise bizim için daha da nemlidir. Uluslararası sözleşmelere çekince koyarak imzaladığınız veya ittifaklara eşit haklara sahip olarak katıldığınız halde, ülkenizin hak ve menfaatlerini savunmakta yetersiz kalıyorsanız, yanlış hesaplar içindeyseniz, sonuçtan şikayete hakkınız yoktur. Eğer siz, ülkenizi bilgiyle, kararlılıkla ve milli hedeflerinize göre zamanında savunmaz, yetkilerinizi kullanmazsanız, elbette istismar edilirsiniz. Bu durumda hatayı, sözleşmede veya ittifakta değil, önce kendinizde aramak durumundasınız.
Buna örnek olarak Lozan Antlaşması ile AB ve NATO'yu gösterebiliriz. Hatırlatalım: Lozan'da; Batı Trakya Müslüman Türk azınlığı ile İstanbul Ortodoks Rum azınlığı, mütekabiliyet esasına göre eşit haklara sahip olacaktı. Bakıyoruz bugün Müslüman Türk azınlığı, neredeyse bütün haklarını kaybetmiş durumda. Taşınmaz varlığı yüzde 82 iken, yüzde 21'e inmiş. Müslüman azınlık, taşınmazlarına, Vakıf Mütevelli Heyetlerine ve mezarlıklarına el konulduğu, müftülerini seçemediği, Selanik'te camiler kapatıldığı için cuma namazı bile kılamadığı ve cenazelerini defnedecekleri mezarlık kalmadığı bir duruma düşürülmüştür.
Buna karşılık, sadece İstanbul'daki Rum azınlığın dini hizmetlerini yapmakla görevli olan Ortodoks Rum azınlığının kilisesi, Lozan'ı da aşarak fiilen ekümen sıfatını kullanmak suretiyle Patrikhane'ye dönüşmüştür. Türkiye dışındaki Patrikhaneleri yöneten, devlet içinde devlet olan, Anadolu'da sahte kiliseler açan bir konuma ulaşmıştır. Sahte azınlık vakıflarına, Osmanlı ve Selçuklu asırlarını da aşarak, İstanbul başta olmak üzere ülkemizin her yerinde kilise, mezarlık, arsa, tarla ve diğer taşınmazların, herhangi bir mülkiyet ilişkisi olmadığı halde, hem de aslına uygun olarak restore edilip, tapuda tescili de yapılarak verildiği açıktır. Bu uygulama Sevr madde 144/4-3'e uygundur. Halbuki hukukun genel kuralına göre, varisi olmayanın varisi devlettir. Herhangi bir kişi veya vakıf üzerine kayıtlı olmayan taşınmaz, sahibi kalmadığı için devlete aittir. Bu kurala göre azınlık vakıflarına verilen taşınmazlar Lozan'a aykırıdır, ama Sevr'e uygundur. Çöpe atılan Sevr uygulamaya girmişse, bunda Lozan'ın ne gibi kusuru olabilir?
Bitmedi, Yunanistan'ın Lozan'a aykırı olarak Ege'de karasularını 12 mile çıkarması, Adaları silahlandırması, Türkiye'ye ait 18 ada ve bir kayalığı alenen işgal ederek üzerinde askeri tesisler kuması gibi saldırıları ortadadır. Siz Lozan'dan kaynaklanan haklarınızı korumuyorsanız, Yunanistan'a "komşu kendine gel, yoksa gereğini yaparım" demez de seyreder, ikazlara rağmen topu taca atmaya devam ederseniz, kaybedeceğiniz açıktır.