Cumhuriyetin ilk döneminde çok partili demokrasiye geçiş denemelerini, devamında ayarını tutturamadığımız için ifrat ve tefritten kurtulamadığımız uygulamaları bir tarafa koyalım. 1980 darbesi üzerinde birkaç söz söyledikten sonra günümüze gelelim. Malum, en son anayasal tedbir olan sıkıyönetime rağmen, "halklara özgürlük" peşinde koşanlar memleketi anarşi bataklığına sürüklemişti. Günde 15-20 kişi can veriyordu, insanlar evinden helâlleşerek çıkıyordu; huzur kalmamıştı. Sonunda 12 Eylül 1980 darbesi oldu ve anarşi kolayca yok edildi.
Darbeciler, memleketi anarşiden/keşmekeşten temizledikten sonra, devleti de kurtarmak üzere birçok iş yaptılar! Bunlardan biri de, Konsey (mahkeme değil) kararı ile partilerin tamamını kapatmak ve il başkanlarına kadar bütün kadrolara siyaset yasağı getirmek oldu. Alkışlandılar. Düşünülmedi ki; 1876 Kanunu Esasinin kabulü ve I. Meşrutiyet'in ilânından beri (104 yılda) ağır bedeller ödenerek kazanılan bütün hukuki ve demokratik birikimler yok edilip, tecrübeli kadroların tamamına siyaset yasağı getirilmesi ne demekti? Yüksek siyaset denilen devlet yönetimi ve çok partili demokratik rejim "acemilere" bırakılmıştı. Dünyanın ve ülkenin durumunu, devlet yönetimini, siyaset-vatandaş ilişkilerinin dokusunu bilmeyen bu yeniler, her şeyi şekilden ibaret zannetti ve "ortak çıkarları", "ortak payda" yaptı ve memleketi buna göre yönetmeye başladı. Devlet makinesini çalıştıran bürokrasi de, darbeden, nasibini almıştı.
Çok önemli bir iş de siyasi partilerin toptan kapatılmasının yanında, seçimlerin vizeli (hangi partilerin seçimlere gireceği) ve vetolu (kimlerin aday olacağı) bir şekilde yapılmasıydı. Böylece siyaset sektörünün dengeleri bozuldu. Sağda, solda, birden çok parti kurulup, aralarında kısır temsil çekişmeleri dönemi başladı. Halen Türk siyasetinde dengelerin kurulamamasının bedeli ağır oldu; bugün hukuk devletine ve demokrasiye elveda denilmesinin altyapısı böylece oluştu. Bu halimizin sembolü de "tek adam" yönetimi olsa gerektir.
Darbe vesayeti altında kurulan bu yeni düzenin sahibi "yeni siyasi acemiler", zaman içinde deneyim kazanarak kalıcı oldular. Artık memleketin kaderi ellerindeydi. Cumhuriyet tarihinde bir benzeri daha asla görülmeyen bu dönemin bariz özelliği; "önce ben, sonra etrafım ve partim, daha sonra da devlet, millet ve vatan" anlayışıydı. Hâkim konumdaki bu zihniyeti görmek için; kulaklar hiç duymayacak, gözler hiç görmeyecek şekilde kapatılıp, sadece, ama sadece icraatlar bir bir ele alındığında: karşınıza neler çıkabilir düşünün. Bir ve tek olan Türk Milleti, Türk Milletinin egemenliği, parlamenter rejim, hukuk devleti, çok partili demokrasi, hür medya, kişi hak ve hürriyetleri, denetlenebilir ve şeffaf yönetim, adil ihale, meşru ve eşit paylaşım, millî eğitim, bölücü terör, içeride ve dışarıda kurulan düşman cepheler, borç batağındaki kişi ve ülke ekonomisi, işsizlik, üretim ve yatırımlar, enflasyon, intiharlar, cinayetler, yıkılan aile yuvaları, toplum huzuru ve diğerleri gibi sorunlarda nereden nereye gelinmiş, hatırlayın.
Akşener ve İYİ Parti kimlerin ümidi?
Millî uyanışın yeni ve tek partisi İYİ Parti sarsıntı geçiriyor; doğru. CHP de öyle, ama farklı. İYİ Parti, zamanla yarışan, her çeşit tuzağı aşan bir konumda. Bu, her bakımdan çok önemlidir. Parti daha, kadroları birbiriyle tanışıp kaynaşmaya fırsat bulmadan, kumpaslara rağmen seçimlere girip 42 vekille TBMM'de temsil başarısını gösterdi. CHP ise, çarşı pazar dolaşıp yeni kimlik peşinde koşanlarla, kaybettiği kurucu kimliğini arayanların kurultaylarda hesaplaştığı bir parti.