Büyük taarruzdan bu yana (Kore ve Kıbrıs’ı saymazsak) 95 yıldır ülkemiz insanlığın en büyük üç belasından biri olan savaşlardan uzak. Bu sayede eğitim, sağlık, bayındırlık faaliyetlerini, yani kültür ve medeniyetin ayaklarının bastığı zemini inşa edebildik. Savaşın geçim derdinden öte sefalet ve perişanlık getiren, toplumun yapısını bozan şerrine Suriye ve Irak dolayısıyla yakinen şahit oluyoruz. Savaş, tıpkı diğer iki büyük bela, kıtlık ve salgın hastalık gibi toplumun belini kırıyor, devleti çaresiz bırakıyor. Çok değil henüz üç nesil önce Osmanlının tarih sahnesinden silinmesi sürecinde biz de halk olarak bizzat yaşadık bu travmayı. Batan bir transatlantiğin girdabına kapılarak o muazzam kütleyle birlikte denizin dibine çekilen irili ufaklı kayıklar gibi bu coğrafyada yaşam savaşında olan her ailenin kapısı “Melek-ul Mevt” tarafından en az bir kez çalındı. Hele o “Çanakkale Mahşeri” kolektif hafızamızdan asla silinmeyecek bir olaydır. Gidenin dönmediği, dönenin çoluk çocuğunu, ailesini bulamadığı bir hengâmenin adıdır Çanakkale. Ekmek yok çünkü buğday yok, daha doğrusu toprağı ekecek insan kalmamış. İnsandan sayılmayacak haramiler yağma peşinde; ırz, namus pazara düşmüş, cephe bozulmuş. Cephedeki asker kurşunla, şarapnel ile ölüyor, cephe gerisinde evinde köyünde çoluk çocuk açlıktan, soğuktan, bin türlü dertten telef oluyor. Zaman “Enformasyon Çağı”, her şeyi olduğu gibi savaşı da adeta canlı izleyebiliyoruz. Günlerce bombalandıktan sonra enkazın arasından çıkarılan canlı cenazelerin görüntüleri neredeyse her gün vicdanımıza çarpıyor. Anlamsız, umutsuz boş boş bakan ama yamacındaki evladına sımsıkı sarılan kadınlar, dehşetle açılmış gözleriyle analarından medet uman çocuklar. Her Allahın günü bu resimlerle karşılaşmaktan artık drama da duyarsızlaşıyoruz. İnsanı insanlığından eden bu belaların olmadığı yıllar halk için cennet benzeri zamanlardır. Canın, malın, ırzın güven altındadır. Mücadelen çaban artık rızık içindir. Elinin emeğini, alnının terini zir...